- Şimdi görürsünüz.

Korku, onu cesur ve çevik yapmıştı. Tehdidime aldırmadan akımdaki dallara tırmanmaya devam ediyordu.

Ağaçta adeta bir kovalamaca oyununa başladık. O yaklaştıkça ben yukarılara çıkıyordum. Fakat dallar gittikçe inceliyordu. Bir aralık duvarın üstüne atlayıp kaçmayı düşündüm. Ancak, bunu yaparsam kaçamayıp, bir yerimi kırarak kuzenimin yerine benim haykırıp bağırma ihtimalim vardı.

Mamafih ne pahasına olursa olsun, bu gece birbirimize yaklaşmamalıydık. Politikayı değiştirerek sordum:

- Benimle konuşmayı niçin bu kadar istediğinizi anlayabilir miyim acaba?

Benim bu sözlerim karşısında o da değişti, ciddi bir tavır alarak durdu:

de..

- Seninle şakalaşıyoruz ama, mesele çok mühim, Feri-. Korkuyorum senden...

- Öyle mi? Neyimden korkuyorsunuz acaba?

- Bir gevezelik etmenden...

- O, her gün yaptığım şey değil mi?

- Bu gecekinin her zamankilere benzememesinden...

- Bu gecede ne fevkalâdelik var ki?... Kâmran çok yorulmuş, üzülmüştü. Artık pantolonunu falan düşünmeyerek dallardan birine oturdu; hâlâ şakaya devam ediyor görülmekle beraber, ağlayacak haldeydi.

- Ben, ona acıdığım için değil, fakat ne olursa olsun artık onunla konuşmaya tahammülüm kalmadığı için, bir an önce kendimi kurtarmak için:

- Merak etme, dedim. Korkulacak bir şey olmadığına /min olabilirsin... Hemen misafirinin yanına dön... Ayıp olur. Söz mü, Feride?... Yemin mi?...

- Söz, yemin... Ne istersen...

- inanayım mı?

- Zannederim ki, inanman lâzım... Artık eskisi kadar çocuk değilim...

- Feride...

- Hem ne biliyorum ki, ne söylememden korkuyorsun? Ben, kendi kendime oturuyordum ağacımda. . .

- Bilmem, fakat inanmak gelmiyor içimden...

- Sana büyüdüğümü, hemen hemen bir genç kız olduğumu söyleyişimde elbet bir maksat var... Hadi sevgili kuzenim... Fazla üzülmeyin... Bazı şeyler vardır ki, çocuk görür... Fakat artık büyümeye başlamış bir genç kız hiç fark edemez... Hadi gönlün rahat etsin...

Kâmran'ın korkusu yavaş yavaş hayrete dönüşüyor gibiydi. Beni mutlaka görmek ister gibi ısrarla başını kaldırarak:

- Ne kadar başka türlü konuşuyorsun Feride. . . dedi. Söz uzarsa içinden çıkamayacaktık. Yalancı bir hiddetle bağırdım:

- Yetişir artık... Uzatırsan sözümü geri alacağım... Kendin düşün...

Bu tehdit, onu korkuttu. Kös kös ağaçtan indi, Neriman'ın gittiği tarafa gitmekten utanıyormuş gibi, bahçenin aşağı tarafına yürümeye başladı.

Mesut dul, o geceden sonra köşkte görünmez oldu. Kâm-ran'a gelince, onun da uzun zaman benden korktuğunu hissettim.

istanbul'a her inişinde bana hediyeler getiriyordu. Resimli bir Japon şemsiyesi, ipek mendiller, ipek çoraplar, yürek biçiminde bir tuvalet aynası, şık bir el çantası...

Bir hoyrat çocuktan ziyade yetişmiş bir genç kıza yakışacak bu şeylerin bana verilmesindeki mana neydi? Çalıkuşu'nun gözünü boyamak, gagasını kapatarak gevezelik etmesine mani olmaktan başka ne olabilirdi?

Başkası tarafından hatırlanmaktaki zevki anlayacak yaşa gelmiştim. Sonra, güzel şeyler hoşuma gidiyordu.

Fakat nedense bu hediyelere ehemmiyet verdiğimi ne Kâmran'a ne de başkasına göstermek istiyordum.

Üzeri sazdan köşkler, çekik gözlü Japon kızlarıyla süslenmiş şemsiyemi yere, tozların içine düşürdüğüm zaman almıyor, teyzelerimden:

- Feride, sana verilen hediyelerin kıymetini böyle mi bilirsin? diye azar işitiyordum.

Parmaklarımı parlak ve yumuşak derisine sürerken adeta hürmet duyduğum çantama; bir gün elimdeki sulu yemişleri dolduracak gibi bir jest yaparak onları çığlık çığlığa bağırtmış-tım.

Biraz gözümü açabilsem, Kâmran'ın bu korkusundan ben daha ne istifadeler eder, ufak tefek şantajlarla onu daha neler neler almaya mecbur edebilirdim.

Fakat ben, bir yandan o kadar sevdiğim bu eşyaları bile yırtıp kırmak, sonra ayaklarımın altına alarak ağlaya ağlaya ezmek istiyordum.

Kuzenime olan küskünlüğüm, nefretim bir türlü geçmek bilmiyordu.

Başka yazlar mektebin açılacağı günlerin yaklaştığını gördükçe başım ağrır, gözlerim kararırdı. Halbuki, o sene evden, bu insanlardan uzaklaşacağım günü iple çektim.

*

Mektebin ilk haftalarında bir pazar günüydü. Sörler bizi Kâğıthane tarafına gezmeye götürmüşlerdi.

Sörler, sokakta gezmeyi pek sevmezlerdi ama nedense o akşam karanlığa kalmıştık.

Ben, taburun en arkasında yürüyordum. Bilmem nasıl oldu? Bir aralık farkına varmadan arkadaşlarımla aramdaki mesafeyi dehşetli surette açılmış buldum. Beni her zamanki âde-tim üzerine en önde gidiyor zannetmiş olacaklar ki hiçbir taraftan bir ses çıkmıyordu. Derken yanımda bir gölge belirdi. Baktım, Misel...

- Sen misin Çalıkuşu? dedi. Niçin böyle kendi kendine, yavaş yürüyorsun?

Sağ ayağımın bileğine sarılı mendili gösterdim:

- Biraz evvel oynarken düştüğümün, ayağımı yaraladığımın farkında değilsin galiba... dedim. Misel, fena kız değildi. Halime acıdı.

- ister misin sana yardım edeyim? dedi.

- Herhalde beni arkana almayı teklif edecek değilsin...

- Tabii hayır... Buna imkân yok... Fakat koluna girebilirim, değil mi? Öyle değil... Kolunu omzuma at... Daha kuvvetli... Ben de seni belinden tutayım... Yükün biraz hafifler... Nasıl, yürürken daha az acı hissetmiyor musun?

Dediğini yapmıştım. Hakikaten iyi oluyordu.

- Mersi Misel, dedim. Sen çok iyi bir kızsın... Biraz yürüdükten sonra Misel:

- Biliyor musun Feride, dedi. Bu pozda yürüdüğümüzü gören arkadaşlar ne zannedecekler?

- Ne zannedecekler?

- Feride de âşık olmuş... Mişel'e derdini anlatıyor, diyecekler. ..

Birden durdum:

- Doğru mu söylüyorsun? dedim.

- Elbette...

- O halde hemen kolumdan çık.

Bu emri verirken bir kumandan gibi serttim.

Misel, beni tutmakta devam ederek:

- Koca budala, dedi. Nasıl buna ihtimal veriyorsun?

- Budala mı? Niçin?

- Herkes senin ne olduğunu bilmez mi?

- Ne demek istiyorsun?

- Hiç... Sanki senin böyle bir maceran olamayacağını... Kimse ile kur yapmana ihtimal olmadığını...

- Niçin?... Beni çirkin mi buluyorsun?

- Hayır... Çirkin değil... Belki hatta güzel... Fakat ıslah kabul etmez surette saf, aptal...

- Benim için böyle mi düşünüyorsun?

- Ben değil herkes öyle düşünüyor... Sevgi işinde Çalıkuşu bir hakiki gourde'dur, diyorlar.

Türkçesini pek iyi bilmiyordum ama, gourde Fransızcada asmakabağı, sukabağı, balkabağı gibi bir manaya gelirdi. Hangisi olursa olsun fena şey... Zaten kısa boyum, kalınca vücudumla bu kabaklardan birine de pek benzemez değildim... Şu halde Çalıkuşu'ndan sonra bana bir de gourde diye isim takılır-sa, dehşet... Ne yapıp edip bu haysiyet kırıcı tehlikenin önüne geçmek lâzım.

Yine ondan öğrendiğim bir jestle başımı Mişel'in omzuna koydum, manalı bir yan bakışla hazin hazin gülümsedim:

- Siz öyle zannededurun.

- Ne söylüyorsun, Feride?

Misel, durmuş hayretle bana bakıyordu. Ben, boynumu çarptırarak tasdik ettim:

- Maalesef öyle, dedim ve yalanımı bir kat daha yutulur bir renge sokmak için de iç çektim...

Misel bu defa hayretinden bir istavroz çıkardı:

- Güzel... Çok güzel, Feride... Yazık ki bir türlü inanamıyorum...

Zavallı Misel, öyle sevme çılgını bir kızdı ki, bunu başkasında sezmek bile ona zevk veriyordu. Fakat, dediği gibi ne çare ki inanmaya ve açıktan açığa sevinmeye cesaret edemiyordu.

Bir münasebetsizliktir yapmışım. Artık arkasını getirmek namus borcu oluyordu:

- Evet Misel, dedim. Ben de seviyorum.

- Yalnız sevmek mi Çalıkuşu?

- Şüphesiz, karşılığı da var: Grande gourde.

Biraz evvel onun bana söylediği gourde kelimesini ben bir de başına "kocaman" sıfatını takarak ona iade ettiğim halde: "Sensin; o senin adındır!" demek bile aklına gelmiyordu.

Demek ki yalana başlar başlamaz ona kendimi tanıtmaya muvaffak olmuştum, ne saadet!

Misel, şimdi beni daha büyük bir muhabbetle kollarında tutuyordu:

- Anlat Feride... Anlat, nasıl oldu? Demek sen de ha? Nasıl, sevmek güzel şey, değil mi?

- Elbette güzel...

- Kim bu?... Çok mu güzel sevdiğin genç?

- Çok güzel!

- Nerede gördün? Nasıl tanıdın?

- Haydi, artık ısrarı bırak.

Israrı bırakmaya can atıyordum. Fakat ne uydurup söyleyeceğini bilemiyordum. Sevecek bir hakiki insan bulanlara şaşmak lâzım... Çünkü onun bir hayalini bile bulmak o kadar güç, o kadar güç ki...

- Haydi Feride... Bekleme... Yoksa benimle şaka ettin, diyeceğim.

Birdenbire telaşlandım. Şaka mı, Allah esirgesin... Ben asma yahut sukabağı ha... Öyle bir aşk hikâyesi uydurayım ki sen de şaş...

Mişel'e sevdiğim diye prezante etmek için aklıma kim gelse beğenirsiniz? Kâmran!...

- Kuzenimle birbirimize kur yapıyoruz...

- Geçen sene mektebin parloir'mda gördüğüm sarışın kuzen mi?

- Ta kendisi...

- Ah, ne güzel!

söylemiyordu. Fakat bakışlarından, gülüşlerinden ne demek istediklerini anlıyordum. Bu, bana garip bir gurur veriyordu. Bir zaman gevezeliği, yaramazlığı bırakmaya mecbur oldum. Bu vaziyette bir insanın bebek gibi atlaması, sıçraması, yaramazlık etmesi şık bir şey olamazdı.

Mamafih, huy canın altındadır, derler. Akşamüstleri son teneffüste Mişel'in koluna asılarak ona yavaş yavaş yeni masallar uydurmakta devam ederken, ara sıra da yine şeytana uyuyordum.

Yine bir kır gezintisi dönüşüydü.

O gün nedense bizimle gelmemiş olan Misel, beni kapıda karşıladı, elimden tutarak koşa koşa bahçenin bir köşesine götürdü:

- Sana havadisim var, dedi. Hem sevineceksin, hem üzüleceksin... _ ı j ??