"Kâmran Bey oğlum,
Size bu kâğıdı yazan adam, ömrünün birazını kitaplarına, bir parçasını da hayat denilen bu kör doğuşun yaralılarına vakfetmiş münzevi, mürdümgiriz bir ihtiyardır ki, mektubunun elinize değmesinden epeyce zaman evvel dünyaya 'Yuf borusunu' öttürmüş olacak. Pek sevgili bir biçareye son bir iyilik etmek ümidiyledir ki, son nefesinde size bu satırları yazmak zahmetini ona ihtiyar ettirdi. Dinleyiniz:
Bir gün ücra bir köyün, viran bir evinde aydınlık kadar temiz, hülya gibi güzel bir küçük istanbul kızına tesadüf ettim. Karakış ortasında, karın lapa lapa yağdığı bir gece, odanızın penceresini açsanız, size karanlıktan bir bülbül sesi gelse ne duyarsınız? İşte ben, o dakikada bunu duydum.
Bu masum, nazik, kibar kız çocuğunu, kudretin bu güzel ve nadide süsünü hangi melun talih veya tesadüf, bu karanlık köyün mezbelesine atmıştı? Ruhu ağlarken hikayeleriyle aldatmaya çalışıyordu. Ah zavallı küçük kız! Ben, senin istanbul'da bıraktığın gafil, aptal sevgilin miyim ki, bu ağızları yutayım? Uykuya doymadan uyanmış çocuklar gibi mahmur gözleri, nereye bastığı görünmeyen savruk halleri, bir hayali dudağın busesiyle titriyor gibi görünen dudakları, bir hayali kucağa sokuluyor hissini veren tavırları, hareketleri bana her şeyi anlattı.
Eski zaman masallarının Leyla'yı aramak için sahralara düşen Mecnun'unu, ara sıra, tatlı bir rikkatle hatırlardım. Bugünden sonra onu bıraktım. Yeni zamanların mezarlıklarla dolu, karanlık köylerinde bir imkânsız aşk rüyası arayan bu berrak ela gözlü, ipekli renkli masum, kibar, küçük "Leyla"sını sık sık hatırlamaya başladım.
İki sene sonra ona, tekrar tesadüf ettim. Hastalık durmuyor, yavrucağı için için yiyip bitiriyordu. Ah, ilk gördüğüm gün onu niye atımın terkisine bindirmemiş, niye ite kaka, zorla istanbul'a, evime getirmemiştim?... Gaflet!...
İkinci tesadüfümde iş işten geçmiş bulunuyordu. Siz, evlenmiştiniz. Çocuktur, gençtir, belki zamanla unutur diyordum. Bir hastalığı esnasında tesadüfen elime geçen bir defter, bu yaranın ne kadar derin olduğunu bana gösterdi. Bu deftere bütün hayatını yazmıştı. O vakit, ümidimi kestim, onu kendi çocuğum gibi tedavi etmek istiyordum, insanların fesadı, fitnesi buna da imkân vermedi. Bu aralık iyice bir adam bulup onu evlendirmeyi düşündüm. Fakat, bu tehlikeliydi. Kocası ne kadar insan, adam olursa olsun, ondan aşk isteyecekti. Gerçi kızcağızım bunun için doğmuştu, bunun için ölüyordu, fakat bir yabancının aşkı onun için bir hazin angarya olacaktı. Birisini severken bir başkasının kollarına düşmek, belki onu öldürecekti. Bu tehlike karşısında çaresiz, onu nikâhım altına aldım. Yaşadıkça müdafaa edecektim. Öldükten sonra da benim beş on kuruş servetim; üç beş parça emlakim onu geçindirip gidecekti. Şüpheli kız olarak yaşamaktansa, emin bir dul olarak yaşamak onun için daha kolay olacaktı. Bunların hepsinden fazla olarak da bir gün asıl emeline vasıl olması ihtimali vardı. Hayatta imkânsız ne var ki? Nitekim, karınızın vefatı, benim bu ümidimi canlandırdı. İstanbul'dan, sizden daima haber alıyordum. Bu vefat, sizi çok yaralayıp müteessir etmiş olabilir, fakat ben de öyle oldum, dersem riyakârlık olur. Münasip bir çare düşünüyordum. Feride'yi bir budalalıktan ibaret olan nikâh kaydında boşayacak, doğrudan doğruya size iade edecektim. İnsanlar, bilmem bu hareketime ne der? Herhalde ben insanların hakkımda söyleyeceği, düşüneceği şeylerin üstüne çoktan tükürmüş bir adamım, işte bu esnada hastalığım artmaya başladı. Nihayet üç, dört ay içinde meselenin kendi kendine halledileceğine aklım erdi. Fazla söylemeye bilmem hacet var mı? Bir bahane ile Feride'yi ayağınıza gönderiyorum. Mektubumu eliyle teslim edeceğinden şüphem yok. Tabiatını iyi öğrendim, tuhaf bir kızcağızdır. Belki titizlik filan etmeye kalkar, katiyen aldırma, öleceğini bilsen bırakma, kap ederse zorla kadın kaçıran dağ erkekleri kadar vahşi, kaba ol ki, kollarında ölse zevkinden ölmüş olacak.
Şunu da tasrih edeyim ki, bu işte seni zerre kadar düşünmedim. Hani, gönlümün rızasıyla sana, Feride gibi nadide bir kız değil, evimin kedisini bile teslim etmezdim. Fakat, gel gör ki, bu deli kızlara söz anlatmak kabil değil. Sizin gibi toy, kalpsiz adamların nesini severler, bilmem ki?..."
Merhum Hayrullah
NOT Zarfın içinde Feride'nin defteri var. Geçen sene çiftliğe giderken onu, içinde bulunduğu sandıkla beraber yok etmiş, "arabacılar çalmış olacak," diye bir lakırdı çıkarmıştım. Buna çok üzüldüğünü hissettim. Fakat sesini çıkarmadı. Bu defterin bir gün olup işe yarayacağını düşünmekte ne kadar isabet etmişim!
IX
Müjgân'la Kâmran, Çahkuşu'nun mavi kaplı mektep defterini okuyup bitirdikleri zaman ortalık ağarmaya başlıyor, pencerenin dışındaki dallarda kuşlar cıvıldaşıyordu.
Kâmran, yorgunluk ve ıstırapla ağırlaşan başını defterin sararmış yaprağına koydu. Yer yer gözyaşlarıyla silinmiş bu muhabbet kelimelerini tekrar tekrar öptü. Defteri kapayacakları vakit Müjgân, hafif bir hareket yaptı, onun mavi kabını lambaya yaklaştırıp bakarak:
- Defter bitmemiş Kâmran, kabın üstünde de yazılar var Fakat mürekkebin rengi, mavi kâğıt üstünde güç seçiliyor, dedi.
Lambayı daha ziyade açtılar, başlarını birbirine yaklaştırarak güçlükle şu satırları okudular:
"Dün defterimi müebbeden kapamıştım. Evlendiğim gecenin sabahında değil hatıramı yazmak, eski yüzümü görmemek için aynaya bakmaya, eski sesimi işitmemek için söylemeye cesaret edemeyecektim. Fakat...
Dün, ben gelin oldum. Sele kapılmış bir kuru yaprak maz-lumluğuyla kendimi bırakmıştım. Kim ne söylerse yapıyor, hiçbir şeye itiraz etmiyordum. O kadar ki, doktorun İzmir'den getirdiği uzun etekli beyaz elbiseyi giydirmelerine, saçımın bir yanına bir tutam tel iliştirmelerine bile razı oldum. Yalnız, kendimi görmek için büyük bir endam aynasının önüne getirdikleri vakit, belli etmeden gözlerimi yumdum, o kadar. Bütün isyanım bundan ibaret kaldı.
Beni görmeye birçok yabancı geliyordu. Hatta bunların içinde eski muallime arkadaşlarımdan da vardı. Söylenen sözleri işitmiyor, yalnız hepsine aynı titrek tebessümle gülümsemeye çalışıyordum. Bir ihtiyar, yüzüme karşı:
- Ne talih varmış bunakta? Turnayı gözünden vurdu, dedi.
Hayrullah Bey, akşam yemeğine doğru eve geldi. Şişman vücudunu korse gibi sıkan bir redingot giymiş, gelincik rengindeki tuhaf boyunbağı bir yana çarpılmıştı. O kadar mahzun olmama rağmen hafifçe gülmekten kendimi alamadım, bu adamcağızı gülünç mevkide bırakmaya hakkım olmadığını düşündüm. Kırmızı kravatını çıkarıp atarak yerine başka bir boyunbağı taktım. Hayrullah Bey gülüyor:
- Aferin kızcağız, sen amma iyi ev kadını olacaksın. Gördün mü, genç karısı olmanın faziletlerini? diyordu.
Misafirler dağılmıştı. Yemek odasının penceresi yanında, karşı karşıya oturduk. Hayrullah Bey:
- Küçük, dedi. Niye bu kadar geç kaldım, biliyor musun? Bir ziyaret ifa ettim. Munise'nin mezarına birkaç çiçek ile bir parça senin gelin tellerinden götürüp bıraktım. Fakir, senin yanında cesaret edemezdi, fakat yalnız kaldığımız vakit dilinden düşürmezdi: "Ablam gelin olup, tel taktığı vakit, ben de tel takacağım," derdi. Biçarenin kanarya gibi sarı başına teli ben takacaktım amma, olmadı.
Doktor, bunları söylerken kendimi tutamadım, başımı pencereye çevirerek bu mahzun sonbahar akşamının sisleri gibi görünmeyen kirpiklerimde kuruyan gizli yaşlarla uzun uzun ağladım.
Gecenin ilk saatlerini, her akşamki gibi aşağı yemek odasında geçirdik. Hayrullah Bey, gözlüğünü takmış, "Rousse-au "sunun kalın cildini dizlerinin üstüne koyarak köşeye oturmuştu.
- Gelin hanım, yeni güveyin kitap okuması caiz olmaz amma, kusura bakmazsın. Korkma, geceler uzun, yeni geline aşk destanları okumaya da vakit bulurum, dedi.
Kenarını işlemekle uğraştığım mendilin üstüne başımı daha ziyade eğdim. Ah, bu ihtiyar doktor! Onu ne kadar sevmiştim. Şimdi ne kadar nefret ediyordum. Demek acıdan, mihnetten bunaldığım vakit başımı omzuna koydukça o... Bu beyaz kirpikli masum mavi gözler, demek bana bir kadın, bir zevce gözleriyle bakmaya tahammül ediyordu. Saat on biri çalıncaya kadar bu acı düşünceler içinde bunaldım. Nihayet doktor, kitabını masanın üstüne bırakarak gerindi, esnedi.
- Ey, gelin hanım, yatak vakti geldi. Haydi bakalım; diye ayağa kalktı. Ellerimden iğnem, yumaklar dökülerek ayağa kalktım, masanın üstünde duran şamdanı aldım.
Camı kapamak bahanesiyle pencereye yaklaştım, uzun uzun karanlığa baktım. İçimden öyle geliyordu ki, usulcacık bu odadan kaçayım, karanlık yollara düşeyim.
Doktor:
- Gelin hanım, sen fazla daldın. Haydi bakalım, doğru yukarıya. Ben onbaşıya bir şey söyleyeceğim, geliyorum, dedi.
ihtiyar sütnine ile bir komşu kadın, elbisemi değiştirdiler. Tekrar şamdanı elime vererek beni kocamın odasına gönderdiler. Hayrullah Bey, daha aşağıdaydı. Bir dolabın kenarında ayakta duruyor, göğsümü soğuktan muhafaza eder gibi kollarımı kavuşturuyordum. O kadar titriyordum ki, şamdan sallanıyor, ara sıra saçlarımın ucunu yakıyordu. Nihayet, merdivenlerde, sofada bir ayak sesi. Hayrullah Bey, bir şarkı mırıldanarak ceketini çıkararak içeriye girdi. Beni görünce şaşırmış gibi:
- Kız, sen daha yatmadın mı? dedi. Cevap vermek için ağzımı açtım. Fakat dişlerim birbirine çarptı. O, yanıma yaklaşmıştı. Hayretle yüzüme bakıyordu.
- Kız, bu ne hal? Sen benim odamda ne arıyorsun? Birdenbire gür bir kahkaha odayı sarstı:
- Kız, sakın buraya!...
Sözünü bitiremiyor, gülmekten tıkanıyordu. Ellerini dizlerine vurup şakırdatarak, parmaklarını toplayıp ağzına götürerek:
- Demek sen buraya... Vay aşifte vay! Sahiden karı koca olduk diye ha?... Tuu utanmaz, arlanmaz!... Allah cezanı versin! İnsan babası yerindeki adama...
Oda, etrafımda fırıl fırıl dönüyor, tavanlar başıma yıkılıyordu. O, parmağını ısırıp utancından adeta kızararak:
"ÇALIKUŞU" отзывы
Отзывы читателей о книге "ÇALIKUŞU". Читайте комментарии и мнения людей о произведении.
Понравилась книга? Поделитесь впечатлениями - оставьте Ваш отзыв и расскажите о книге "ÇALIKUŞU" друзьям в соцсетях.