Çalıkuşu, hayatının en manasız, en ehemmiyetsiz birkaç parçasını söyledikten sonra birdenbire aklına gelmiş gibi:
- Kâmran, daha sana eniştenin fotoğrafını göstermedim, dedi.
Kâmran'a, ince bir altın kordonla boynuna bağlı bir altın madalyon uzattı:
Genç adam, sarardığını; titrediğini belli etmemeye çalışarak fotoğrafı aldı. Feride, onunla beraber fotoğrafı görmek için başını uzatıyor, yüzünü yüzüne yaklaştırıyordu:
- Şu çehreye bak, Kâmran, ne necip, ne güzel bir yüz, değil mi?
Genç adam, belli etmeden gözucuyla Feride'ye bakıyordu.
O, öyle dalgın bir muhabbetle fotoğrafı seyrediyordu ki, farkında olmadı.
Bu dakika, Kâmran'ın hayatında en acı bir ıstırap ve isyan dakikası oldu. Demek Feride'nin ince, nazlı, masum güzelliği bu beyaz saçlı, kaba yüzlü, iriyarı ihtiyara gıda olmuştu.
Gözlerinin önünde çılgın bir hayal uyanıyor; Feride'yi, utancından dalga dalga kızaran yanaklarında yarı kapalı ela gözlerinden dökülmüş yaşlar, masum çocuk dudaklarında yalvarmaya benzer urpermelerle bu ihtiyarın kollarında hırpalanıyor görüyordu.
Çalıkuşu, bakmadan bunu hissetmiş gibi hafifçe silkindi, ağır ağır madalyonu tekrar göğsüne koyarak:
- Bana artık müsaade Kâmran. Zannederim, bugün misafirler var, dedi.
IV
Çalıkuşu, yuvaya döneli on gün olmuştu. Aziz Bey, her akşam tekrar ediyordu:
- Dikkat ediyor musunuz çocuklar? Eve bir başkalık geldi. Çalıkuşu, bu sefer kırlangıç kuşlarına benzedi. Kanatlarının altında adeta bir bahar getirdi. Yazık ki bir gün daha geçti, diyordu.
Feride, gülüyor:
- Ziyanı yok, enişte. Birkaç sene sonra yine izin alır, gelirim. Siz üzülmeyin. Hem de önümüzde bu kadar gün varken... Niçin şimdiden kendimize zehretmeli, diyordu.
Çalıkuşu, tamamıyla eski Çalıkuşu olmuştu. Geçici bir fırtına ile örselendikten sonra tekrar güneşe kavuşan taze çiçekler gibi günden güne açılıyordu.
Yeniden, evdeki çocukların elebaşısı olmuştu. Müjgân'ın üç yaşındaki kızıyla ondan biraz büyük olan Necdet'ten on yedisini bitiren Nermin'e kadar büyüklü küçüklü bütün çocuklar, ona bağlanmışlardı; sabahtan akşama kadar eteklerini bırakmıyorlar, köşkü şenliğe, kahkahaya boğuyorlardı.
Büyükler, bazen yaramazlığın bu derecesinden şikâyet ediyorlardı. Fakat başka bir cihetten de seviniyorlardı. Onlar, her şeye rağmen iki eski nişanlıydı, ilk günlerde beş senede kapanan eski yaralarının yeniden açılmasından korkmuşlardı. Fe-ride'nin taşkın şenliği, onu böyle uzaktan görmekten başka bir şey istemiyor gibi görünen Kâmran'ın halim, sakin bahtiyarlığı onlara biraz emniyet vermeye başlamıştı.
Mamafih, ihtiyatı elden bırakmıyorlar, onlarda en eski zamanlardaki: "Büyük ağabey" ile "Küçük kız kardeş" hislerini yeniden kuvvetlendirmeye çalışıyorlardı. Uyanmalarından korkulan dalgın hastaların odasında nasıl konuşmaktan çekini-lirse, onların yanında da ihtiyatsız bir kelimeyle bu hazin maziyi uyandırmaktan öyle korkuyorlardı.
Aziz Bey, ara sıra:
- Misafirliği biraz daha uzatmak mümkün değil mi? diye sordu.
Gitmek sözünü işittiği zaman daima biraz mahzunlaşan Çalıkuşu:
- imkân yok enişte. Çalıkuşu, ne de olsa başka yuvanın annesi, onun yolunu da bekleyenler var, diyordu.
Kâmran'a en ziyade dokunan şey de, Feride ile Necdet arasındaki büyük dostluktu. Onları ayırabilmek için çocuğun, Çalıkuşu'nun kollarında uyuyup kalmasını beklemek lâzım geliyordu.
Kâmran, bir gün Feride'nin onunla kavga ettiğini işitti.
Çalıkuşu gülerek:
- Söyle bakayım Necdet, bir kere daha hala, hala, hala diyordu, fakat Necdet ona itaat etmiyor, inatçı sarı başını sallayarak: "Anne, anne, anne!" diyordu.
Kâmran biraz korkarak:
- Bırak Feride, varsın öyle desin, ne ziyanı var? Biçarenin belki öyle söylemeye ihtiyacı var, dedi.
Feride, bir şey söylemeden eğildi, çocuğun başını uzun uzun okşadı.
Kâmran, yine bir sabah, kapalı panjurlarına vuran hafif taş sesleriyle uyandı. Bunun, yalnız Feride'ye mahsus bir uyandırma usulü olduğunu biliyordu Çalıkuşu, yine onu, büyük cevizin altında sabah ziyafetine davet ediyordu, ilk günlerde vaat ettiği gibi artık güzel armut kokusu vermeye başlayan sütün yanında mini mini dışarlık çörekleri, sonra reçele benzeyen pembe bir tatlı vardı.
Feride, çöreklerin üstüne bu tatlıdan sürerek Kâmran'a veriyordu:
- Bunlar benim elimin marifeti... Bu çöreklerin ismini bilmiyorum, fakat tatlıya gülbeşeker diyorlar.
işini bitirdikten sonra yine o alçak mutfak iskemlesini bularak Kâmran'ın karşısına, hemen hemen ayaklarının dibine oturdu.
- Şimdi söyle bana bakayım Kâmran, gülbeşekeri beğendin mi?
Genç adam, gülerek cevap verdi:
- Beğendim.
- Sevdin mi?
- Sevdim.
- Bir daha söyle.
- Beğendim ve sevdim.
- Öyle değil, Kâmran, "Ben Gülbeşeker'i sevdim," de. Kâmran bu çocukça ısrarı anlamayarak gülüyordu.
- Ben, Gülbeşeker'i sevdim.
Feride, gözlerinde, yanaklarında ateşler uçarak, utancından kirpikleri titreyerek yüzünü ona yaklaştırıyor, yalvaran bir çocuk gibi boynunu büküyordu. Dudaklarında tutuk nefeslerle:
- Bir kere daha Kâmran, "Ben Gülbeşeker'i çok seviyorum," de.
Genç adam, istediği verilmezse ağlayacak çocuklar gibi bükülen, titreşen bu dudaklara heyecanlı bir hayretle bakıyordu. Sebebini kendinin de bilmediği gizli bir teessürle titreyerek:
- Ben Gülbeşeker'i çok seviyorum, senin istediğin kadar çok seviyorum, dedi.
Feride, bir çocuk sevinciyle ellerini çırptı, fakat dudakları gülerken gözlerinden yaşlar geliyordu. Ehemmiyetsiz bir şey için ağlayan bir yabancıyı ayıplar gibi: "Ne delilik, bir marifetini beğendirdiğin için bu kadar memnun olmak ne delilik!" diye çırpınıyor, kendi kendisiyle eğlenmeye, parmaklarıyla gözlerini kurutmaya çalışıyordu. Fakat yaşlar bir türlü durmuyordu. Tutuk bir feryada benzeyen bir hıçkırık; sonra yüzü elleri içinde, ağlaya ağlaya içeri kaçtı.
Bir akşamüstü Kâmran, eniştesiyle beraber çarşıdan dönüyordu. Çocuklar, âdet etmişlerdi: Onların geldiğini uzaktan gördükleri gibi kapının içinde dizilirler, yemiş, şeker, çikolata beklerlerdi. Kâmran, birer birer onların payını dağıtırken yanına, ayaklarının dibine küçük taş parçaları düştüğünü fark etti. Son hisseyi verdikten sonra gözleriyle etrafı araştırdı, Çalıku-şu'ydu. Biraz ötede, kocaman bir kestanenin yanında duruyor, eliyle ona işaret ediyordu:
- Manasını biliyorsunuz ya, Kâmran Bey? Biz de varız. Eğleneceği yahut bir muziplik edeceği vakit, daima ona "siz" diye hitap ederdi. Gülerek devam etti:
- Siz, beni artık pek fazla ihmal ettiniz. Hani payım. Eski kabahatler unutuldu mu sanıyorsunuz efendim? Ya sükût hakkımı verirsiniz, ya o eski kiraz ağacı hikâyesi bu gece sofrada canlanır.
On sene evvel yine bu kapının yanında yaptığı gibi, dilini dişlerinin arasına sıkıştırıyor, sivri kırmızı ucunu göstererek gülüyordu.
Kâmran, pardösüsünün cebinden bir kutu çıkardı, gülerek:
- Verilmiş sadakalarım varmış. Feride, ne güzel tesadüf. Ben de bugün bir kutu fondan aldım, kimseye göstermeden kendim yiyecektim ama mademki böyle tehdide uğradık, ne yapalım?...
Feride'nin yüzünde bir çocuk sevinci parladı:
- Ne güzel, ne güzel!
- Fakat bir şartla Çalıkuşu. Onları yine ben senin ağzına vereceğim.
- Nasıl olur?
- Ta eskiden... sen on iki, on üç yaşındayken nasıl oluyordu?
Bunu söylerken fondanlardan birini Feride'ye uzatmıştı. Çalıkuşu, birkaç saniye tereddüt etti; sonra başını uzatarak, hafifçe titreyen dudaklarını açtı. Fakat Kâmran'ın bütün ısrarlarına rağmen, bunlardan bir ikincisini yemek istemedi.
- Ver bana, yemekten sonra onu Necdet'le beraber yerim, dedi.
- Seninle şu duvarın yanına kadar gidelim, Feride. Bak, deniz ne güzel. Hem konuşur, hem seyrederiz.
- Peki, fakat şu kutuyu içeri bırakayım. Bir dakikacık. Kâmran, ilk defa ona dokunmaya cesaret etti; bileğinden tutarak:
- Hayır, Feride, dedi. Sana emniyetim yok. Bekle, bir dakikacık, şimdi geliyorum, diyecek gelmeyeceksin, yahut gelsen de kim bilir ne vakit ve nasıl geleceksin? Görüyorsun ki sana emniyetim kalmadı.
Feride, bir şey söylemeden başını önüne eğdi, yavaş yavaş onunla beraber yürümeye başladı.
Kâmran'da bu akşam dalgın bir hüzün vardı. Kendisini zapt edemiyor, kesik, rabıtasız kelimelerle mütemadiyen şikâyet ediyordu. Bir aralık karanlıklarla dolmaya başlayan enginden uçan bir kuş sürüsünü gösterdi:
- Feride, bir zaman sonra sen de bunlar gibi uçup gideceksin, değil mi?
- Peki, arkanda bıraktığın teyzelerden, teyze çocuklarından, eski arkadaşlarından, çocukluğunun geçtiği yerlerden ayrılmak sana pek mi tatlı gelecek?
- Yuvanda mesut ederek, mesut olarak yaşarken harap ve perişan bıraktığın başka bir yuvanın hali hiç mi seni üzmeyecek?
*
Feride, cevap vermiyor, hatta dinlemiyor, şekerleme kutusunun altına bir kurşunkalem parçasıyla şekiller çiziyor, bir şeyler karalıyordu.
Kâmran acı bir şikâyetle:
- Cevap vermiyorsun Feride? dedi. Çalıkuşu, dalgın dalgın onun yüzüne baktı:
- Affet Kâmran, aklım başka yerdeydi. Ne söylediğini dinleyemedim. Vaktiyle dinlediğim bir eski şarkı vardı ki, unutmuştum, bilmem niçin, birdenbire o aklıma geldi. Unutmayayım diye onu işaret ediyordum. İstersen oku. Ben, üşümeye başladım, içeri gidiyorum.
Kâmran, kutunun altında Feride'nin karışık yazısıyla yazılmış, şu dört mısraı gördü:
Pür ateşim açtırma benim ağzımı zimhar, Zalim, beni söyletme, derunumda neler var; Bilmez miyim ettiklerini, eyleme inkâr, Zalim, beni söyletme, derunumda neler var!
VI
Bu vakanın üstünden dört gün geçmişti. Feride, eski arkadaşlarından hemen hemen kaçıyordu. Onun yalnız kalabilmek için icra ettiği bütün bahaneleri, kurnazlıkları boşa çıkıyor, başkalarının yanında konuşmak lâzım geldiği vakit yüzüne bakmaktan, göz göze gelmekten çekiniyordu.
"ÇALIKUŞU" отзывы
Отзывы читателей о книге "ÇALIKUŞU". Читайте комментарии и мнения людей о произведении.
Понравилась книга? Поделитесь впечатлениями - оставьте Ваш отзыв и расскажите о книге "ÇALIKUŞU" друзьям в соцсетях.