- Hiçbir şey yok, annesini, Güzide'yi hatırladım da, diyordu.

Dizlerinin üstünde Kâmran'm çocuğiına üzüm yediren Feride başını eğdi, bir an yüzünü küçüğün .kıvırcık sarı saçları içinde sakladı, o kadar. Sonra eski şenlik yine yerine geldi.

Bir aralık Besime Hanım kocasıyla beıaber Trabzon'da bulunan Necmiye'den bahsediyordu:

Feride, derin bir göğüs geçirdi.

- O acıyı bilirim teyze, benim küçüğüm de> hastalıktan gitti, diye cevap verdi.

Sofradakiler hayretle birbirlerine bakıştılar. Ayşe Teyze:

- Demek senin çocuğun vardı? Bilmiyorduk, dedi.

Feride, mahzun mahzun başını salladı:

- inci gibi bir kız, görmeliydiniz, ne güzeldi! Yavrumu bir türlü kurtarmak mümkün olmadı. Ayşe Teyze tekrar sordu:

- Çocuğun kaç yaşında öldü, Feride? Feride, yine o saffetle dudaklarını bükerek:

- Tam on üçünü bitirmişti, ilk çarşafını dikiyordum. Kaynana olacaktım, dedi.

Sofrada bir kahkaha koptu. Aziz Bey:

- Ah Çalıkuşu, yüz yaşına girsen yine deliliği, şakayı bırakmayacaksın, diyordu.

Feride'nin on üç yaşındaki kızına herkes gülüyordu. Fakat, Feride'nin kirpikleri yaşla doluydu. Necdet'i daha kuvvetle göğsüne çekti, söyledikçe artan bir mahzunlukla onlara Mu-nise'nin hikâyesini anlattı:

O gece, geç vakte kadar oturdular. Aziz Bey, ara sıra:

- Feride, kızım, sen yol yorgunusun, yat artık, diyordu. Çoktan beri uyuyan Necdet'i hâlâ kollarından bırakmayan Feride gülüyor:

- Ziyanı yok enişte, ben asıl sizin aranızda dinleniyorum, beni asıl yalnızlık yordu, diyordu.

Parlak ela gözlerinin, biraz kısa dudağının o hiç sönmeyen gülümsemesiyle saatlerce konuştu. Eski Çalıkuşu tamamıyla uyanmıştı. Hoşa giderek dinlendiğini gördükçe kelimeleri ezip büzüyor, yalnız sevilen ve beğenilen çocukların bildiği o sevimli, nazlı hareketlerle dudaklarını büzerek, dişleriyle dilini ısırarak, yanağını çukurlaştırarak mütemadiyen söylüyordu. Öyle ki, sevincinin verdiği sarhoşluktan bir türlü ayrılama-yan ihtiyar enişte, eski bir şakasını tekrar etmek arzusundan kendini alamadı. Küçükken, Feride'nin üst dudağını parmakları arasına sıkıştırır: "Seni yaramaz Çalıkuşu seni, benim kirazımı almışsın ha, ver geri bakayım!" diye bu dudağın ucunu zorla öperdi.

Etraftan kopan kahkahalar içinde: "Yapma, enişte!" diye haykıran Feride'yi zorla çenesinden tuttu, bu eski şakayı tekrar etti. Sonra dikkatle Feride'nin yüzüne bakarak: "Ne yapayım, Çalıkuşu? Kabahat senin, evli barklı oldun, hâlâ tabiatın çocuk, hatta yüzün bile çocuk. Kim bu çehreye genç bir kız çehresi der?" dedi.

Kâmran bulunduğu köşede sarardığını hissetti. Çalıkuşu' nün bir başkasına ait olduğunu ilk defa bu dakikada anlıyordu.

III

Bu geceyi takiben iki gün içinde Kâmran, Feride'yi pek az görebildi. Çalıkuşu, on sene evvel Tekirdağ'da kendi yaşında birçok kızla ahbap olmuştu. Bunlar, şimdi evli barklı hanımlardı. Feride'yi rahat bırakmıyorlar, saatlerce gelip oturdukları yetmiyormuş gibi, giderken de Çalıkuşu'nu beraber sürüklüyorlar, ev ev, bahçe bahçe gezdiriyorlardı.

Kâmran'ın g>zli gizli üzüldüğünü gördükçe Müjgân, adeta seviniyor, gözlerinin içi gülerek şikâyet ediyordu:

- Nafile, Feride'yi bize bırakmayacaklar. Mamafih, her şeyden evvel onun eğlenmesi, açılması lâzım.

Kâmran, bu iki gün içinde Feride'yi bir kere yemekte, bir kere de çarşaflı olarak sokaktan dönerken görebildi.

Üçüncü gecenin sabahıydı. Kâmran, âdeti hilafına çok erken uyanmıştı. Ortalık yeni ağarıyordu. Köşk, daha uykudaydı. Kâmran, odanın panjurlarından birini ittiği vakit, Feride'yi bahçede gördü. Pencerenin açıldığını o da fark etmişti. Başını kaldırdı, yeni doğan güneşe karşı elini gözlerine siper ederek:

- Uyandınız mı, Kâmran Bey? Ne kadar tabiatınızı değiştirmişsiniz. Eskiden sizi uyandırabilmek için panjurlarınıza yazın avuç avuç çakıl taşı, kışın bir yığın kartopu atmak lâzım gelirdi. Siz de biraz Anadolulu olmuşsunuz. Ben, orada bu saatte kalktığım vakit: "Tembel, insan üstüne güneş doğurur mu?" diye beni ayıplarlardı.

Eski hafif, alaycı Çalıkuşu'nu hatırlatan bu sözleri söyleyen sesinde kalbe serinlik ve tazelik hisleri veren berrak bir akarsu ahengi yardı. Kâmran, biraz korkarak sordu:

- Ben de geleyim mi, Feride?

O, hâlâ elleri güneşe karşı gözlerinde, ta eskiden yaptığı gibi gizli gizli eğlenerek:

- Rutubetin nazik vücudunuzu incitmesinden korkmaz-sanız fena olmaz. Size Anadolu ikramı yaparım.

Kâmran'ı kocaman bir ceviz ağacı altına götürdü, akşamdan bahçede unutulmuş bir iskemleye oturttu:

- Şimdi bir parça beni bekleyeceksiniz, Kâmran Bey.

- Hani teklif, tekellüf bırakacaktın?

- Biraz sabır, o kendi kendine gelir. Birdenbire hürmetsizliğe cesaret edemiyorum. Kâmran güldü:

- Fakat bu, daha büyük hürmetsizlik Feride, seni men ederim. Bana: "Siz", "Kâmran Bey" derken eğleniyorsun gibi geliyor.

Feride de gülüyordu:

- Doğru, hakkınız var, hakkın var, gayret ederim. Şimdi bana müsaade, sana süt pişireceğim.

- Feride, rica ederim.

- Nafile, ısrar etme. Bir Anadolu kadınına karşı en iyi kompliman; onun iş görmesine, hizmet etmesine müsaade etmektir.

Biraz eğlenerek, biraz mahzun devam ediyordu:

- Bizim kendimizi beğendirmek için ev işi görmekten başka hiç cazibemiz yok ki...

Bahçenin içine, elinde bakraçla, kuru dal parçalarıyla gidiyor geliyor, yeni uyanan bahçıvanla konuşan sesi işitiliyordu.

Nihayet, elinde dumanları tüten bir süt bardağı ile geldi.

- Süt, istediğim gibi değil. Kâmran, fakat üç gün sonra -Bugün ne? Pazartesi- Perşembe sabahı için seni bir sabah ziyafetine davet ediyorum. Aynı koyunun sütünü içeceksin, fakat göreceksin ki bambaşka bir şey, âdeta güzel bir meyve. Bu benim büyük bir sırrım! Nasıl olacak diye merak etmiyor musun? Aman, ne hissizlik... Ben, sana şimdiden söyleyeyim. Üç gün koyunu armutla besleyeceğim. Sen, galiba üşüyeceksin, hava biraz serin. İster misin Besime Teyzem: "Deli kız, oğlumu hasta ettin!" diye beni paylasın? Dur, ben rutubete filan alışkınım, sana atkımı vereyim.

Bir çengelliiğne ile boynuna iliştirdiği kırmızı yün atkıyı çıkardı. Sabah rutubetinden müteessir oluyor gibi hafifçe titreyen Kâmran'ın omuzlarını, göğsünü örttü.

Kâmran'ın gözlerinde on sene evvelki bir akşamın hayali uyanıyordu. Kozyatağı'ndaki köşkün dış kapısı önünde yine böyle omuzlarına kendi küçük lacivert paltosunu koyan kısa etekli, siyah önlüklü, minimini mektep kızını, onun mor mürekkeple lekeli küçük parmaklarını gördü; büyük bir adam gibi: "Artık seni muhafaza etmek benim vazifem!" diyen sesini işiti.

- Kâmran, bunaklar gibi elinden sütünü düşüreceksin, dizlerin yanacak, niçin öyle daldın?

- Hiç, aklıma bir şey geldi de...

Feride, bu akla gelen şeyin söylenmesine mani olmak ister gibi, acele acele:

- Benim de öyle, seni omzunda atkı ile görünce, Kâmran Hanım dediğim aklıma geldi.

*

Feride işini bitirdikten sonra Kâmran'ın karşısında alçak bir mutfak iskemlesine oturmuştu. Kalın, donuk Bursa ipeğinden -dışarı biçimi- bol bir elbise, boynunu, vücudunu geniş, hafif kıvrımlarla örtüyordu. Dirsekleri dizlerine dayalı, bilekleri çenesinin altında birleşmiş, yanakları açık avuçlarının içinde, konuşmaya başladı.

Kâmran, onun yüzünü bu kadar temiz bir aydınlık içinde, bu kadar yakından ilk defa görüyordu: Çehresi biraz zayıflamış, süzülmüştü. Bu süzgünlük, gözlerini daha büyük gösteriyor, kenarlarını belli belirsiz bir mahmurlukla gölgeliyordu. Beş sene evvelki Çahkuşu'nun yaldızlı bir ışıkla dolu ela gözlerine ateş yanında unutulmuş çiçeklerin hummalı yanıklığı düşmüştü. Bu gözler yine eskisi gibi gülüyor, yine eskisi gibi masum bir cesaretle kaçınmadan bakıyordu. Fakat, Kâmran'a öyle geldi ki artık eskisi gibi onların derinliğini, nihayetini görmek mümkün değildir.

Saçlarını dışarlık kızları gibi ortasından ayırarak iki kalın örgü ile yanlarına bırakmıştı. Bu saçlar o kadar sıkı örülmüştü ki, alnının, şakaklarının derisini geriyor, kaşlarının dağınık uçlarını biraz yukarıya kaldırıyor, daha şeffaf ve nazik görünen teninde ince mavimsi damar gölgeleri meydana çıkarıyordu.

Kâmran, onun sözlerinden ziyade sesini dinleyerek bu güzel yüzü seyrederken bir şeye dikkat etti: Feride'nin rengi, tabii hayatını yaşayan bir genç kadının mesut rengi değildi. Bu tende koparılmadan solmaya mahkûm güllerle aşksız ihtiyarlamaları mukadder kızlarda görülen hummalı kızıllığa benzer gizli bir ateş, mustarip bir şeffaflık vardı.

Sabah güneşi, bu çehrede öyle ince, öyle manalı çizgiler aydınlatıyordu ki, genç adamı sardıkça sarıyor, ona ağlamak arzuları veriyordu. Istırabın bir genç kız yüzünü bu kadar gü-zelleştirebileceğini, Kâmran dünyada aklından geçirmemişi.

Feride, dudağının o hiç sönmeyen gülümsemesiyle, eski ahengine görünmez bir yerinden ince bir yara almış billurların donuk, şikâyetli ihtizazı düşmüş sesiyle çocukluk hatıralarından bahsediyordu.

Kâmran, cesaret etti, ona daha yeni bir hatıra sordu:

Feride, ağır bir tavırla başını salladı:

- Aklımda kalmadı, Kâmran. On beş yaşına kadar, buraya gelinceye kadar olan vakaları hatırlıyorum, ötesini bir duman kapladı göremiyorum.

Hatıralarına çöken bu dumandan bahsederken, gözlerini de bir duman buruyor, başını yana çevirerek uzaklara bakıyordu.

Bu en eski çocukluk hatıralarından sonra birdenbire hayatının son beş senesine atlamıştı. Hacı Kalfa'nın bir halini, Zeyniler muhtarının bir sözünü, Müdür Recep Efendi'nin bir tuhaflığını hatırlarken gülen gözlerine, canlanan hareketlerine bazen hiç şüphesiz bir yorgunluk düşüyor, o vakit, sesindeki belirsiz, sakat, billur ihtizazı daha derinleşiyor, üzgün bir yürek gibi titriyordu.

Bir su kenarından bahsederken Kâmran, gözlerini kapadı: "Sakın bu, başını sevdiğinin dizlerine koyarak gözlerine baka baka tambur çaldırdığın çağlayan kenarı olmasın," diye kendine sordu.