Hayrullah Bey'in, ara sıra yaptığı gibi, yine münasebetsiz şakalar edeceğini, beni utandırıcağını biliyordum, hemen yanından kaçtım.

Hayrullah Bey, benim için hem iyi bir baba, hem iyi bir arkadaş oldu... Evinde, kendimi yabancı bulmuyorum, benim gibi kalbi ve hayatı kırılmış bir kızın ne kadar mesut olması mümkünse o kadar mesut oluyorum. Kendime bin türlü şey icat ediyorum, ihtiyar sütnineye yardım, evi düzeltmek, bahçeye yemeklere hatta doktorun hesaplarına bakmak, daha böyle bin türlü iş.

Buradan ayrılıktan sonra ne yapacağım? Ben, artık alil sayılırım. Sıhhatim yavaş yavaş düzeliyor. Fakat nafile, öyle hissediyorum ki, içimde müebbeden kırılmış bir şey var. Eski sıhhatimi, bana her şeyi hoş gösteren eski neşemi artık bulamayacağım. Gülerken ağlıyorum, ağlarken gülüyorum, dakikam dakikama uymuyor. Mesela, geçen akşam pek neşeliydim. Yatağımda gözlerimi kaparken adeta kendimi mesut hissediyordum. Sabaha doğru karanlığın içinde hiç sebepsiz ağlaya ağlaya uyandım. Neyim vardı? Niçin ağlıyordum? Bunu kendim de bilmiyordum. Öyle sanıyorum ki gece, bu kocaman dünyanın bütün evlerini birer birer birer dolaşarak ne kadar keder, ümitsizlik varsa hepsini toplamış, getirip benim göğsüme doldurmuş. Bu sebepsiz, isimsiz dilsiz yeis içinde: "Anneciğim, anneciğim!" diye titreye titreye hıçkırıyor, daha kuvvetle feryat etmemek için parmaklarımla ağzımı kapıyordum. Birdenbire yanımdaki odadan Hayrullah Bey'in sesi geldi:

- Feride, sen misin? Ne oldun kızım?

ihtiyar doktor, elinde mumla odama koştu, ne olduğumu, niçin ağladığımı bile söyletmeye lüzum görmeden ehemmiyetsiz, belki manâsız şefkat kelimeleriyle beni teskin etti:

- Bir şey değil, kızım, bir şey değil, ehemmiyetsiz bir sinir nöbeti, geçer yavrum. Vah, çocuğum, vah.

Ben, gözlerimde bir türlü durmayan yaşlar, tıkanan kuş yavruları gibi açık ağzımda boğuk hıçkırıklarla titrerken ihtiyar arkadaşım, pencereye döndü, karanlıkta ta uzaklara yumruğunu saklayarak:

- Allah belanı versin, aslan gibi çocuğu berbat ettin, dedi. Yalnız kaldıktan sonra da böyle hastalık ve ümitsizlik saatlerim olursa ben ne yapacağım? Adam sende... Şimdiden bunu niçin düşünmeli? Herhalde daha en az bir ay, belki daha ziyade, doktor beni bırakmayacak...

Alacakaya Çiftliği, 10 Eylül

Bir haftadan beri Alacakaya'da, sözüm ona bir çiftliğim var, hayli zamandan beri gidip yoklamadım, işçileri boş bırakmaya gelmez. Seni on beş gün oraya götüreyim. Sana da iyi bir tebdili hava olur; gözün gönlün açılır. Bak, yakında mektep açılıyor. Bütün yıl kapalı kalacaksın.

- Doktor Bey, açıklık yerleri çok severim, fakat mektep açılmak üzere. Bilmem ki, nasıl olur? diye cevap verdim. O, hiddetle omuzlarını silkti:

- A babam, ben sana gider misin? diye sormadım ki mülahazat söylüyorsun; götüreceğim, dedim. Sen ne karışırsın? Bu, doktorca bir iş... Olmazsa rapor yazar, zorla götürürüm. Haydi, haydi! Bir kaç parça çamaşır, kütüphaneden benim "Ro-usseau"larımı al.

Hayrullah Bey, beni artık bir mektep çocuğu gibi idare ediyor. Hastalığımdan sonra, zayıflayan irademle ona karşı koymak mümkün değil, hem de daha tuhafı, bundan şikâyet de etmiyorum, bu itaat, adeta hoşuma gidiyor.

Doktorun çiftliği bakımsız kalmış. Fakat, ne güzel bir yer. Kışın bile buraları, bir bahara benzermiş. Hele, bir kayalık var ki, seyretmekle doyulur şey değil. Bu kayalar, güneşin sabah, öğle, akşam güneşi olmasına, havanın açık, yahut kapalı bulunmasına göre renk değiştiriyor, lal kırmızısı, pembe, mor.beyaz yahut siyah görünüyor. Onun için buraya: "Alacakayalar" demişler.

Çiftlik beni umduğumdan ziyade meşgul etti. Çiftçilerle beraber süt sağıyorum. Artık, benim de samimi bir ahbabım olmaya başlayan Düldül'e binerek civar koruluklarda geziyorum. Hasılı, düşündüğüm kır hayatı.

Mamafih, gönlüm pek rahat değil, birkaç güne kadar mektep açılacak, işimin başında bulunmam, binayı silip süpürt-mem lazım. Hayrullah Bey'e söz anlatmak kabil değil ki...

Doktor, geceleri bana roman okutuyor.

- Bu ipsiz sapsız lakırdılara tahammül edilmez ama, senin ağzından bayağı hoş oluyor, diyor.

Dün gece, yine ona kitap okuyordum. Kitapta bazı açık sözler var. Onlar geldikçe utanıyor, yerlerine süratle başka kelimeler koymaya, yahut cümleleri atlamaya çalışıyordum. Hayrullah Bey, benim telaşımı fark ediyor, gür kahkahalarla tavanları sarsıyordu.

Birdenbire karanlıkta köpekler havlamaya başladı. Pencereyi açtık. Çiftliğin kapısından bir atlı giriyordu. Hayrullah Bey:

- Kim o? diye seslendi. Onbaşının sesi:

- Benim, yabancı değil, diye cevap verdi. Onbaşının bu saatte Kuşadası'ndan buraya gelmesi mühim bir vakaydı. Doktor:

- Hayırdır inşallah! Ben, aşağı inip anlayayım bakalım. Gecikirsem sen yat küçük, dedi.

Hayrullah Bey, bir saate yakın bir zaman Onbaşının yanında kaldı. Yukarı çıktığı vakit, yüzü kırmızı, kaşları çatıktı:

- Onbaşı niçin gelmiş Doktor Bey? dedim. Sert bir sesle adeta bağırdı:

- Sana git yat, dedim yahu, sana ne? Olur rezalet değil bu kız çocuklarının maskaralığı be! Bana ait bir iş.

Artık, onun tabiatını öğrenmiştim. Böyle zamanlarda üzerine varmaya gelmiyordu. Çaresiz, şamdanı alarak odama gittim.

Bu sabah, uyandığım vakit Hayrullah Bey'in erkenden mühim bir iş için gittiğini, mamafih, dönmezse merak etmememi söylediğini haber verdiler.

Herhalde bu zarf bana ait olacak... Bu kâğıt parçası beni derin derin düşündürüyor. Acaba bunu dün gece onbaşı mı getirdi? Öyleyse niçin Hayrullah Bey, benden sakladı? Buna imkân yok; mutlaka bu zarf, kitaplar arasında Kuşadası'ndan gelmiş olacak.

Kuşadası, 25 Eylül

Hayata paçavra diyen meğer ne doğru söylüyormuş!

*

Son vakayı defterimin son sayfasına olduğu gibi kaydediyorum. Kendimden ne bir isyan, ne de bir damla gözyaşı ilave etmek istemiyorum.

Hayrullah Bey, beni, iki gün çiftlikte bekletti. Üçüncü gece merakım o dereceyi buldu ki, ne olursa olsun, sabahleyin bir araba hazırlatacak, kendi kendime kasabaya inecektim. Fakat ertesi sabah, uyandığım vakit onu gelmiş buldum.

O kayıtsız, kaygısız Hayrullah Bey'i, hiç bu kadar perişan ve yorgun gördüğümü hatırlamıyorum. Her zamanki gibi saçlarıma dudaklarını kondurdu. Sonra dikkatli dikkatli yüzüme bakarak:

- Hay Allah belalarını veresiceler, tuu! dedi.

Başımda yeni bir tehlikenin dolaştığını anlıyor, fakat bir şey sormaya cesaret edemiyordum.

Hayrullah Bey, elleri ceplerinde düşüne düşüne epeyce dolaştı. Sonra, ellerini omuzlarıma koyarak:

- Küçük, sen bir şeyler biliyorsun, dedi.

- Hayır, Doktor Bey.

- Biliyorsun, böyle olmasa işlerdeki tuhaflık nazarı dikkatini celp edecekti. Mutlaka bir şeyler soracaktın. Gayet ağır, ciddi bir teessürle:

- Hayır, Doktor Bey, dedim. Hiçbir şey bilmiyorum, yalnız telaş ve ıstırap içinde olduğunuzu görüyorum, bir kederiniz var. Benim hem hamim, hatta hemen hemen babam olduğunuz için sizin kederiniz benim demektir. Neyiniz var?

- Feride, kızım, kendini kâfi derecede kuvvetli hissediyor musun?

Merakım, korkumdan daha üstündü. Sakin görünmeye çalışarak:

- Ben gayretli bir kızım, bunun birkaç misalini gördünüz, söyleyiniz Doktor Bey, dedim.

- Feride, şu kalemi eline al, söyleyeceğim şeyleri yaz, haydi kızım ihtiyar dostuna itimat et!

Hayrullah Bey, dura dura, düşüne düşüne bana şu satırları yazdırdı:

"Kuşadası Maarif Encümeni Riyaset Âlisine,

Hizmet-i maarifte devamıma ahval-i sıhhiyem müsait olmadığından, Kuşadası Inas Rüştiyesi Müdürlüğü'nden affımı istirham ederim efendim."

- Şimdi kızım, düşünmeden, bir şey sormadan imzanı at, o kâğıdı bana ver. Ellerin titriyor, Feride, yüzüme bakmaya cesaret edemiyorsun. Daha iyi kızım, daha iyi. Çünkü sen, o temiz gözlerinle bana bakarken ben şaşıracağım. Fevkalâde bir şeyler geçtiğini anladın, değil mi? Dinle beni Feride. Eğer heyecan, teessür gösterirsen sözünü kesmek mecburiyetinde kalacağım. Halbuki her şeyi bilmen lâzım. Feride, hayata karıştığın üç sene içinde insanın ne mal olduğunu anladın sanıyorsun değil mi? Nafile, şu altmış seneye yakın hayatımda ben bile anlayamamışım. Ben ki, dünyada şenaatin, rezaletin bin türlüsüne tesadüf ettim; ben bu kadarını hâlâ ihtiyar kafama sığdıramıyorum. Biz seninle dünyanın en temiz, en iyi iki dostuyuz değil mi? Aylarca senin hasta vücudunu kendi çocuğum gibi kollarımda tuttum, bize ne demişler,ne diyorlar, biliyor musun Feride? Mümkün değil, tasavvur edemezsin. Ben senin âşığınmı-şım, ellerini yüzüne kapama, bilâkis başını dik tut. O hareketi yüz karası olanlar yapar, bilâkis, gözlerime bak, nemiz var birbirimizden çekinecek? Dinle beni Feride, dinle, sonuna kadar söyleyeyim. Bu melun iftira, evvela mektepten çıkmış. Arkadaşların ötede beride aleyhimizde olmayacak şeyler söylemeye başlamışlar. Sebep malum: Kendileri dururken senin müdi-re oluşun. Ben, altı ay evvel sana haber vermeden küçük bir hizmette bulunmak için bir mektup yazmıştım. Bu terfiin benim elimde olması şüpheleri artırmış.

Bu fesat yangını aylardan beri için için yanıyormuş. iş Maarif Encümeni'nin, kaymakamın kulağına gitmiş, uzun uzadıya tahriratlar yazılmış, tahkikat yapılmış. Vilayet Maarif Müdürlü-ğü'nce tercüme-i halini tetkik etmişler, birçok karanlık noktalar varmış. Mesela istanbul'dan B.'ye gelişin, sonra merkez mektebinden istifa ederek ücra bir köye gelişin, şüpheli bir firara benziyormuş. Birkaç ay sonra meçhul bir yerden yardım olmuş. Maarif hayatında misli görülmemiş bir süratle terakki etmiş, köy muallimliğinden Darülmuallimat muallimliğine yükselmişsin. Sonra yine sebepsiz bir istifa. Bu defa, başka bir memlekete gidiyorsun, fakat orada da tutunamıyorsun. Ç. Maarif Encümeni'nden bir cevap gelmiş. Okurken içim, zehir kesildi, Feride. Güya sen orada... Yok, yok söylemeyeceğim. Terbiyeli, yüksek, ilim irfan adamlarının kaleminden, ağzından çıkan şeyleri, benim o patavasız asker ağzım da söylemeye cesaret edemeyecek. Ben ki bilirsin, ağzıma ne gelirse söylerim, en iğrenç kelimeyi bile dudağımda hapsedemem. Hasılı Feridecik, yaralı geyikleri av köpekleri nasıl sararsa, senin etrafını da öylece sardılar. En masum hareketin, aleyhine bir delil olarak tefsir edilmiş; mazbatalara, tahkikat evrakına geçmiş. Ara sıra hasta talebelerini tedavi için beni mektebe davet etmen, küçü-ğümüz ölürken takatsiz başını bir lahza omzuma dayaman, sonra sen hasta yatarken yatağının yanında geçirdiğim saatler birer cinayetmiş! Yüzsüzlüğü o derece ileri vardırmışız ki, bir memleketin örf ve âdeti, ırz ve iffetiyle alay etmişiz. Etrafımızdaki insanları hiçe saymışız. Herkese seni hasta diye ilan ederken tarlalarda, kol kola düvene binmişiz. Vazifenle meşgul olacağın yerde, bahçemde at koşturmuşsun, bunlar da kâfi gelmemiş şehir haricinde çiftliklere çekilmişiz.