Bu sabah da bir elyotrop kavgası ettik. Birkaç ay evvel söz arasında elyoptropu çok sevdiğimi söylemiştim. Hayruüah Bey, bilmem nereden bulmuş, üç dört gün sonra bir şişe getirmesin mi? Bitmesin diye çok ihtiyatlı kullanıyorum. Sağ olsun, yaramaz kız rahat vermiyor ki. Musallat oldu, bir parça yalnız kaldı mı, odaya bir elyoptrop kokusudur yayılıyor. Sonra, masum masum:

- Almadım vallahi abacığım, diye yemin ediyor.

Kuşadası, 5 Mayıs

Bu sabah, Munise biraz hasta ve renksiz uyandı. Gözleri kırmızı, benzi soluktu. Mektepte pek çok iş olduğu için evde kalmak mümkün değildi. Mamafih, doktor Hayrullah Bey'e uğradım. Bize uğrayarak Munise'ye bakmasını rica edecektim. Aksi olacak, o da yarım saat evvel Düldül'e binerek bilmem hangi köye gitmiş.

Eve döndüğüm vakit Munise'yi yatakta buldum, ihtiyar bir komşuya, ara sıra çocuğu yoklamasını rica etmiştim. Eksik olmasın, hiç yanından ayrılmamış, akşama kadar yayında çorap örmüş.

Munise'nin nezlesi artmıştı. Başı ateş gibi yanıyor, sabahkinden daha sık öksürüyordu. Sesi kısılmış nefes alırken hafif bir tıkanıklık hissettiğini söylüyordu. Boynunun altında tutarak ağzını açtırdım, elime sert sert bezeler dokundu. Yüzüne yaklaştırdığım lambanın ziyası gözlerini kamaştırıyordu. Ağzında, küçük dilinin etrafında beyaz beyaz kabarcıklar görünüyordu.

Munise, benim merakımla eğlendi:

- Öksürükten ne olur abacığım, Zeyniler'de de ben öksürük oldum, unuttun mu? dedi.

Çocuğun hakkı var. Zeyniler'de, karların içinde onu yarı donmuş bir halde bulduğum gece böyle değil miydi? Çocuklarda nezlenin ne ehemmiyeti olur? Yalnız canımı sıkan şey, Hay-rullah Bey'in bulunmaması. Onbaşı deminden tekrar uğradı, beyin bu gece köyde kaldığını söyledi, inşallah o gelinceye kadar küçüğüm kalkmış olur.

Kuşadası, 18 Temmuz

Bu sabah hesap ettim, küçüğüm toprağa düşeli tam yetmiş üç gece olmuş.

Yavaş yavaş buna da alışmaya, bu acıyı da hazmetmeye başlıyorum, insan, neye tahammül etmiyor ki!..

Demin, ihtiyar doktorumla deniz kenarına gitmiştik. Kumsaldan çakıllar, sedef kabuklan topladım, sakin suların üstünde taş sektirmeye başladım.

Hayrullah Bey, çocuk gibi seviniyordu. Beyaz kirpiklerinin içinde masum mavi gözleriyle gülerek:

- Ah, gençlik! Elhamdülillah onu da yendik. Bak, rengin gibi neşen de gelmeye başladı, dedi. Güldüm:

- İnsanın sizin gibi doktoru olduktan sonra tabii değil mi? dedim.

Ağır ağır başını salladı:

- Tabii değil, küçük, tabii değil, doktorluk da insanlar gibi, kitaplar gibi doğruluk ve cefa gibi asılsız, fasılsız bir masal... Parmak kadar çocuğu kurtaramadıktan sonra, içine tüküreyim ben böyle fennin.

- Ne yapalım, Doktor Bey, üzülmeyiniz. Allah öyle istedi, öyle oldu, dedim.

Mahzun mahzun yüzüme baktı:

- Zavallı küçük; ben sana asıl niçin acıyorum, biliyor musun? Bir derde uğradığın vakit, asıl teselli edilecek kendin olduğunu unutuyor, başkalarını teselliye başlıyorsun. Senin bu mazlum hallerin beni ağlatacak gibi oluyor küçük.

Biraz sustu. Sonra, kendi kendine şikâyete başladı:

- Ben de ama ipsiz sapsız herif oluyorum ya, bunadım mı, nedir? Haydi küçük gidelim.

Sararmış tarlaların içinden eve doğru yürümeye başlamıştık. Bütün çiftçiler, doktoru tanıyorlar. Kocaman bir ekin yığının yanında çalışan ihtiyar bir kadınla konuştuk. Hayrullah Bey, birkaç sene evvel bu kadının torununu tedavi etmiş. Büyükanne çok dualar etti; sonra temmuz güneşinin altında harman döğen gürbüz bir genci çağırdı:

- Gel buraya. Hüseyin, velinimetinin elini öp. O olmasaydı, sen şimdi bir avuç toprak olmuştun, dedi.

ihtiyar doktor, Hüseyin'in yanık, yerli yüzünü okşadıktan sonra:

- Ben öyle kuru kuruya el öpmelerden anlamam delikanlı. Haydi bakalım bizi düvene bindir, dedi.

İki kuvvetli öküzün çektiği düvene bindik, hemen, beş on dakika bu saman denizinin sarı dalgaları üstünde ağır ağır dolaştık.


Bugün artık o vakayı yazmak kuvvetini kendimde buluyorum. Defterimin son sayfasını yazdığım gecenin son sabahı Munise'yi daha ziyade hasta buldum. Sesi konuşamaycak derece kısılmıştı. Biçare küçük göğsü havasızlıktan bunahyordu. Ne olursa olsun, bir başka doktor aramaya gidecektim; fakat çarşafımı giyerken Hayrullah Bey geldi. Hastayı kısa bir muayeneden geçirdikten sonra, ehemmiyetli bir şey olmadığını söyledi.

Mamafih, çehresi çatık, gözlen düşünceliydi. Bu çehreyi beğenmediğim korka korka kendisine söyledim. Canı sıkılmış gibi omuzlarını silkti:

- Mızmızlanmaya lüzum yok. Tam dört saatlik yoldan geliyorum. Yorgunluktan berbat oldum; söze hizmet ettiğimiz yetmiyor da, bir de dalkavukluk mu etmeli? dedi.

Hayrullah Bey, ehemmiyetli hastalıklar karşısında daima böyle asabi ve kaba bir adam oluyordu.

Yüzüme bakmaya çalışarak:

- Lüzum yok ama, ihtiyaten bir iki doktor arkadaşı çağ-racağım, kâğıt kalem bul, çabuk, dedi.

Bugün her işim aksi gidiyordu. Sabahtan beri mektepten üç defa hademe göndermişlerdi. Maarif Encümeni azasından iki efendi ile bir müfettiş gelmiş, benden bazı şeyler soracak-larmış.

Üçüncü haberi getiren hademe kadını adeta hırpalayarak kovuyordum. Hayrullah Bey, birdenbire hiddetlendi:

- Ne halt var burada? Haydi vazifenin başına. Yorgun yorgun, az işim varmış gibi, bir de seninle mi uğraşmalı? Haydi çabuk, çarşafını giy, marş. Sen burada durup beni şaşırtırsın. Billah çıkar giderim.

ihtiyar doktor öyle sert ve kati tavırla bu emri vermişti ki, itaat etmemek mümkün değildi.

Bir kelime söylemeye cesaret edemedim; peçemin altıda ağlaya ağlaya mektebe gittim.

Maarif, beni dünyanın nimetine gark etse, bugünkü fedakârlığımı ödeyemez. Müfettişler sınıflan geziyorlar, talebeleri imtihana çekiyorlar, defterleri görmek istiyorlar, bin türlü olmayacak şeyler soruyorlardı. Basımdaki kıyamet içinde nasıl düşündüm, nasıl cevap verdim, bilmiyorum! Vakit ikindiye yaklaşıyordu, onlar hâlâ gitmiyorlardı.

Nihayet aralarından bin perişanlığımı fark etti:

- Rahatsız mısınız Müdire Hanım? Çehreniz pek bozuk görünüyor, dedi.

Artık, kendimi tutamadan, merhamet ister gibi boyumu büküp, ellerimi kavuşturarak:

- Evde çocuğum ölüyor, dedim.

Acıdılar, manasız teselli sözleri söyleyerek gitmeme müsaade ettiler.

Evimle mektebin arası nihayet beş dakikalık bir yer. Ben bu yolu yarım saat, belki daha uzun bir zamanda yürüdüm. Sabahtan beri eve koşmak için o kadar çırpındığım, hırçınlaştı-ğım halde, şimdi bir türlü oraya gitmek istemiyordum. Tenha sokaklarda duvarlara dayanıyor, yorgun yolcular gibi çeşme taşlarına oturuyordum.

Evimin açık pencereleri içinde yabancı erkek başları görünüyordu. Kapıyı bana "onbaşı" açtı. Bir şey sormaya cesaret edemiyor, bir şey söylememesi için gözlerimle, halimle yalva-rıyordum. Fakat o, bana ummadığım bir şey söyledi:

- Fakir çocuk hastaca.... Allah, inşallah, şifasını verir, dedi.

Birdenbire tavanlar sarsıldı, merdiven başında doktor Hayrullah Bey göründü. Göğsü çıplak, başı açık, kollan sıvalıydı:

- Kim geldi Onbaşı? diye seslendi. Halsiz halsiz merdiven basamağına çömelmiştim. Taşlığın karanlığında beni görünce durdu, şaşkın şaşkın:

- Sen misin, Feride? Pekâlâ kızım, pekâlâ, dedi. Sonra ağır ağır yanıma indi; halim, her şeyi bildiğimi söylüyordu. Ellerimi tuttu, kesik kesik:

- Kızım, gayret et, dişini sık. inşallah kurtulur. Serum yaptık, elimizden geleni yapıyoruz. Allah büyük, ümit kesilmez, dedi.

- Doktor Bey, müsaade ediniz, onu göreyim, dedim.

- Şimdi değil, Feride bir parça sonra. Şimdi biraz dalgın, vallahi bir şey olmadı. Yemin ediyorum sana. Dalgınlık billahi. Sakin bir inatla:

- Mutlaka göreceğim, Doktor Bey, hakkınız yok, diye sızlandım. Sonra, içimi çekerek ilave ettim:

- Zannettiğinizden ziyade kuvvetliyim. Münasebetsiz bir şey yapmamdan korkmayın.

Hayrullah Bey, bir parça düşündü; sonra başını sallayarak razı oldu:

- Peki kızım, fakat şunu unutma ki, beyhude ah u vahlar hastayı ürkütür.

insan, ne kadar acı olursa olsun, bir mecburiyeti kabul ettikten sonra içine sükûn ve tevekkül geliyor. Hayrullah Bey'in omzuna başımı dayayarak odaya girerken, ne gönlümde heyecan, ne gözümde bir damla yaş vardı!

Aradan yetmiş üç yıl kadar uzun, yetmiş üç gün geçtiği halde hâlâ o odayı gözümün önünde görüyorum.

içeride gömleklerinin yakasını ve kollarını açmış iki genç doktorla bir ihtiyar kadın vardı. Ağaç yapraklarının içinden süzülerek giren bir ikindi güneşi odayı parlak bir hayatla doldu-ruyordu. Dışarıda kuşlar, ağustos böcekleri ötüyor, uzaklardan bir gramafon sesi geliyordu. Odanın içi karmakarışıktı. Sandalyelerde, raflarda, şişeler, pamuklar, yerlerde duvarlarda Munise'ye ait bin türlü eşya sürünüyordu. Aynanın kenarında onun doktorun bahçesindeki çiçeklerden eliyle yaptığı bir demet, konsolun üstünde deniz kenarından topladığı bir avuç renkli taş, sedef kabukları, sandalyelerden birinin altında iskarpinin bir teki, duvarda B.'de evimizin içinde suluboya ile yaptığım resmi (başında kır çiçeklerinden bir çelenk, kucağında Mazlum ile yaptığım o resini) sonra, bin türlü boncuklar, kumaş parçaları, cam küpeler, duvaklı gelin kartpostalları, bir kız çocuğu kalbinin bütün bu masum ve biçare sevgileri...

"Munise, artık çarşaflı bir genç kız oluyor" diye iki hafta evvel ona sarı yaldızlı bir karyola almış, bir bebek yatağı hazırlar gibi özene, bezene muslinlerle süslemiştim.

Küçüğüm, bu ipeklerin içinde bir başka ipek kümesi gibi bembeyaz yatıyor, başı ağır bir rüyanın rehaveti içinde biraz yana düşüyordu. Karyolasının demirinden, nefti çarşafının daha bitmemiş pelerini sarkıyor, başucundaki rafta B.'de satın aldığım bebeği -küçüğümün buseleriden solmuş yüzü, iri mavi gözleriyle- ona bakıyordu. Hastalığın bütün acıları, azapları durmuştu. Yorgun bir uyku içinde uyurken ağzının etrafında son bir hayat titriyor, gülümser gibi aralanmış dudakları, inci dişlerini gösteriyordu. Bu zavallı güzel şeyler karanlık bir köy mektebinde, ruhumun içine döküldükleri dakikadan bugüne kadar beni mesut etmişlerdi.