- ihsan Bey, dedim. Siz o muvaffakiyetsizliğe uğradınız vakit mağrur, hodkâm bir erkektiniz. Elem, ümitsizlik, kalbinize bu inceliği vermemişti. O vakit, mesleğinizi çiğneyerek, belki ölümü göze alarak, bir küçük kızı, hakir bir iptidaiye hocasını müdafaa etmiştiniz. Sonra bunların hepsinden daha mühim olarak bugünkü kadar, -artık saklamayınız, derdinizi anlıyorum- bugünkü kadar bedbaht değildiniz. Niçin o biçare iptidaiye hocası ömrünü sizin saadetinize vakfetmesin?

Hasta binbaşı, tıkanmış bir sesle:

- Feride Hanım, rica ederim, beni böyle olmayacak hayallere düşürerek büsbütün bedbaht etmeyin, dedi.

Artık, kararımı vermiştim. Ona döndüm. Başımı önüme eğdim:

- ihsan Bey, ben sizinle, evlenmeyi rica ediyorum. Beni kabul ediniz, göreceksiniz, sizi ne kadar mesut edeceğim, ne kadar mesut olacağız...

Gözyaşlarıyla perdeli kirpiklerimin arasından binbaşının karanlık yüzünü göremiyordum. Sadece uzattığım eli dudaklarına götürerek korka korka parmaklarımın ucunu öptü.

Her şey bitti. Artık, bundan sonra kimse benim onu için için sevdiğimi söylemeye cesaret edemeyecek.


Kuşadası, 26 Şubat

O günden beri, sen benim için bir yabancıydın, bir düşmandan başka bir şey değildin KâmranL Bir daha yüz yüze gelmeyeceğimizi, bu dünyanın gözleriyle birbirimize bakmayacağımızı, birbirimizin sesini işitmeyeceğimizi biliyordum. Böyle olduğu halde ben, senin nişanlın olmak hissini bir türlü gönlümden çıkaramamıştım. Ne söylesem, ne yapsam; kendime, sana ait birşey gözüyle bakmaktan kurtulamıyordum.

Evet, niçin yalan söyleyeyim? Bütün nefretlerime, isyanlarıma, bütün o geçmiş şeylere rağmen, ben yine bir parça senindim.

Bunu, ilk defa bir başkasının nişanlısı, bunca senenin, bunca sabahında senin nişanlın diye uyandıktan sonra bir gün, başkasının nişanlısı diye uyanmak, Kâmran, ben asıl bu sabah, senden ayrıldım. Hem de bir hatıra götürmeye, son bir defa başını çevirerek, arkasında bıraktığı şeylere bakmaya hakkı olmayan bir biçare muhacir gibi.

*

Bu sabah, ihsan Bey'le görüştükten sonra onu doktor Hayrullah Bey'in odasına götürecek, nişanlandığımızı haber verecektim. Bu büyük vaka için her günkü hastabakıcı gömleğim pek sade düşecek, yeni nişanlımı belki mahzun edecekti. Bahçede cılız çiğdemler yetişmişti. Onlardan küçük bir demet yaparak göğsüme iliştirdim.

İhsan Bey'i, bu sabah yine giyinmiş buldum. Beni görünce bir çocuk saffetiyle gülümsemeye başladı. Düşündüm ki, bugünden sonra onu mesut etmek benim vazifem.

Zorla gülmeye çalışarak ellerimi uzattım:

- Bonjur, İhsan Bey, dedim.

Sonra, çiğdemlerden birkaç tanesini ayırarak üniformasının göğsüne iliştirdim:

- Bu gece rahat uyuduğunuzu tahmin ediyorum.

- Pek çok. Ya siz?

- Altı aylık bir çocuk kadar memnun, müsterih bir uyku.

- Niçin yüzünüz solgun öyleyse?

- Düşününüz ki, bahtiyarlık da insanı soldurabılir.

Bu cevap üzerine ikimiz de sustuk.

İhsan Bey'in dudakları bembeyazdı Kısa bir sükûttan sonra ağır ağır söze başladı. Ara sıra sesinin titremesinden korkuyor gibi susuyor, birkaç saniye tereddüt ediyordu, dedi ki:

- Feride Hanım, size ölünceye kadar minnettarım. Bana eski bahtiyar zamanlarımda da nasip olmamış emsalsiz bir gece geçirttiniz. Size demin hakikati söylemedim; ben bu gece sabaha kadar uyumadım... "Ben sizinle evlenmeyi rica ediyorum" diyen sesiniz kulağımdan gitmedi. Uyuyamadım, çünkü sizin nişanlınız olarak geçirdiğim tek saadet gecesinin bir dakikasını ziyan etmemek lâzımdı Ömrümün sonuna kadar size minnettar kalacağım.

- Sizi daima mesut edeceğim, dedim.

O, derin bir heyecan içindeydi. Ellerimi tutmak istiyordu. Fakat cesaret edemedi. Bir hasta çocuğa hitap eder gibi, halim, okşayıcı bir sesle:

- Hayır, Feride Hanım, bu gecenin bir ferdası olamazdı, bunu biliyorum. Bu gece, çok mesut oldum. Fakat, buna rağmen, ben, bugün gidiyorum, birkaç saat sonra sizden ayrılmış olacağım.

- Niçin İhsan Bey? Beni istemiyor musunuz? Doğru değil, bana bu kadar ümit verdikten sonra gitmek doğru değil.

Zabit, arkasını duvara dayadı, gözlerini kapayarak, derin derin: "Ah, bu ses!" dedi. Sonra, birdenbire silkindi, hemen hemen sert bir sesle:

- Biraz daha gayret etseniz, merhamet size, beni sevdiğinizi iddia ettirecek.

- Niçin olmasın, ihsan Bey? Mademki sizinle nişanlanmak istedim, demek ki bunda bir sebep vardı. O, adeta acı bir istihza ile cevap verdi:

- Evet, siz mademki benimle evlenmeyi kabul ettiniz, demek ki beni seviyorsunuz. Fakat, ben, sizin tarafınızdan bu kadar sevilmek istemiyorum. Siz, izdivaca sahiden ihtimal verdiniz miydi, Feride Hanım?

- Feride Hanım, beni, ümitsiz bir alile karşı duyulmuş bir merhametten başka saiki olmayan bir aşk sadakasını kabul edecek kadar düşmüş, bitmiş bir adam mı sanıyorsunuz?

Nihayet bir mahzunlukla başımı eğdim:

- Hakkınız var. Biz iki biçare insanız, iki derdi birleştirirsek, belki mesut oluruz diyordum, yanılmışım.

Duvarda asılı duran kılıcı göstererek ilave ettim.

- Sizin yine bir teselliniz var. Dediğiniz gibi vazifenizin başına döneceksiniz. Ben kadınım, sizden daha biçareyim.

*

Bir donuk kış sabahına göğüslerinde birkaç cılız çiğdem, dudaklarında onlar gibi yalancı bir tebessümle karşı karşıya gelen yeni nişanlılar on dakika sonra gözlerinde yaşlarla bedbaht bir ağabey, kimsesiz küçük bir kız kardeş gibi birbirlerinden ayrıldılar.

Kuşadası, 2 Nisan

Üç gün evvel, mektebi iade ettiler. Beş yıllık fasıladan sonra tekrar derse başladık. Fakat, nemelazım, sene sonu oldu gitti. Bahar, sınıfları pırıltılı güneş aydınlıklarıyla, ılık çiçek kokularıyla dolduruyor. Duvarlarda Akdeniz'in yeşil hareleri dolaşıyor, çocuk olsun, büyük olsun, kimsede çalışmaya istek yok.

Başmuallim, bir türlü Kuşadası'nda kalmak istemiyordu. Bir ay evvel başka bir yere gönderdiler. Yerine beni tayin ettiler. Hem de unvanımı "Müdire"ye çevirmek şartıyla. Ben bu cihetten bu işe memnun olmadım. Çünkü muallim arkadaşlarım tuhaf bir nazarla bakmaya başladılar.

Gerçi bunlar, öyle malumatlı, meziyetli insanlar değil, fakat ne olursa olsun, yaşlı başlı kadınlar. Maarif memurlarının dedikleri gibi her birinin on beşer, yirmişer senelik "kıdem"le-ri var. Onların yerinde olsam, sonra, günün birinde kendi kızımdan küçük bir çocuğu başıma getirseler, zannediyorum ki benim de kalbim kırılır.

Mart iptidasında Hayrullah Bey'i tekaüt ettiler.

Kendisi zengin adam, maaşa muhtaç değil. Mamafih, mahzun oldu.

- Sevgili ayıcıklarımdan birçoğunun gözlerini elimle kapadım, isterdim ki, benim gözlerimi de onlar kapasınlar, mezarıma onlar götürsünler, olmadı, dedi.

Hayrullah Bey, malumat cihetinden de çok mükemmel bir adam.

Bütün gençliğini okumakla geçirmiş. Evinde kocaman bir kütüphanesi var. Dünyada kitaptan lüzumsuz, boş şey olmadığını söylüyor. Kitap yazanlar gibi, okuyanların da hayatta hiçbir şey görmeden geçip giden budalalar olduğunu iddia ediyor. Geçen gün onu kuvvetli bir itirazla mağlup etmek istedim.

- Mademki öyle siz niçin bu kadar çok okudunuz, hatta beni de buna teşvik ediyorsunuz? dedim.

Bu, öyle itirazdı ki, akan sulan durdururdu. Fakat o, hiç bozulmadı, bilâkis, kahkahalarla gülüp, benimle eğlenerek:

- Daha iyi dedin ya, beni budala değil diye sana kim söyledi, küçük, dedi.

Bu ihtiyar doktoru anlamıyorum ki... Her neyi severse aleyhinde bulunuyor. Hatta öyle hissediyorum ki, beni bile azarladığı zaman her zamankinden daha çok seviyor.

Hastaneyi bıraktığı günden beri kâh günlerce evine kapanarak kitap okuyor, kâh askerlikten kalma çizmelerini çekiyor, sırtına jandarma gibi bir tüfek takarak Düldül'e biniyor: (düldül, onun pek sevdiği emektar atıdır) bu kıyafetle köylerde bakacak hasta, kendini meşgul edecek bir iş aramaya gidiyor.

Evinde seksenlik bir sütanne ile "Odabaşı" diye çağırdığı topal bir bahçıyan var.

Üç gün evvel benimle Munise'yi evine davet etmişti. Pek keyifliydi. Ben, kütüphaneyi karıştırırken o, Munise ile saatlerce çocuk gibi oyun oynadı. Munise'ye öyle ciddi emirler veriyordu ki, gülmekten bayılıyordum:

- Şimdi saklambaç oynayacağız, lâkin güç yere saklanmak yok ha, parmak kadar vücudun var. Bir yere sıkışırsın, saatlerce beni yorarsın. Sonra, beni bulamazsan, merak etme ha, belki saklandığım yerde uyur kalırım

Munise'yi birkaç güne kadar çarşafa sokuyorum. Şöyle böyle on dördüne giriyor. Boyu şimdi tam benim boyum kadar. Küçük çiçekler gibi açıldı, beyaz denecek kadar açık sarı saçlarının içinde beyaz küçük yüzü, günün saatlerine göre değişen lacivert gözleriyle güldükçe yanağında güller açan, ağladıkça gözlerinden inciler dökülen peri kızlarına benzedi.

Hayrullah Bey, bu çarşaf meselesine çok kızıyor. Ben de onun daha pek küçük olduğunu biliyorum ama, ne yapayım, korkuyorum. Tanıdıklardan bazıları:

- Feride Hanım, sen bunu erkekten kaçır, vakitsiz kaynana olacaksın, diyorlar.

İçime bir heyecan düşüyor. Hem seviniyor, hem titizleniyorum. Kaynanalar için tevekkeli titiz demezeler.

Geçen gün, mektepten geliyorduk. Karşı kaldırımda on altı, on yedi yaşlarında güzelce bir mektepli yürüyordu. Ara sıra bize bakışı tuhafıma gitti. Peçemin altından, belli etmeden Munise'ye baktım. Bir de ne göreyim. Hain sarı çıyan gözünün ucuyla delikanlıya bakarak gülmüyor mu? O kadar meraklandım ki sokağın ortasında düşüp bayılacaktım. Canavarı bileğinden yakaladım; fena halde sıkıştırmaya başladım. Evvela inkâr etti. Baktı ki, bende inanacak göz yok, yalandan ağlamaya başladı. Çünkü gözyaşlarına dayanamayacağımı, benim de ağlayacağımı biliyor.

- Ben de sana yapacağım cezayı biliyorum, dedim. Çarşıda bulduğum koyu nefti ipekliden bir çarşaf dikmeye başladım.