- Sana, böyle şeyler göstermek doğru değil, ama, küçük, elinden iş gelecek adam yok, beni kızdırıp bağırtıyorlar, ne yapacağımı şaşarıyorum, diyor.

Çarşafımı attım, acele acele gömleğimi giydim. Fakat, ben hazırlanıncaya kadar ameliyat bitmişti. Yaralıyı sedye içinde yukarıya gönderiyorlardı.

Hayrullah Bey, beni yanına çağırdı:

- Küçük, dedi. Ehemmiyetli bir terzilik ettik: "Ameliyata terzilik diyor." Genç bir erkânıharp binbaşısı. Bir bomba, sağ kolu ile yüzünün bir tarafını berbat etmiş, kendi odamı verdim. Artık, onunla sen meşgul olursun. Çok büyük ihtimama ihtiyacı var.

Konuşa konuşa odaya girdik, yatakta yüzü, kolu sargılar içinde sessiz bir insan yatıyordu. Doktorla yanına yaklaştık, yalnız yüzünün sol tarafı bir parça görünüyordu. Bu çehre bana yabancı değildi. Fakat bu yüzü bir türlü bulup çıkaramıyordum.

Hayrullah Bey, yaralının sol nabzını tutmuştu. Yüzüne | doğru eğilerek iki kere:

- ihsan Bey, ihsan Bey! diye seslendi.

Birdenbire zihnimde bir şimşek çaktı. Ç.'de Abdürrahim | Paşa'nın evinde tanıdığım erkânıharp yüzbaşısı idi. Bir adım geri çekildim; odadan çıkacak, bir daha beni bu yaralı zabiti yanına göndermemesini doktordan rica edecektim. Fakat hasta, gözlerini açmış, beni görmüştü. Tanıdı, lâkin ben olduğuma ihtimal vermedi. Yaralandığı günden beri, kim bilir, kaç defa kendini kaybetmiş, hastalığı, ateşi, ona ne çılgın rüyalar vermişti? Evet, dalgın gözlerin bakışlarından anladım ki, ben olduğuma ihtimal vermedi, bembeyaz dudaklarında, hafif bir gülümsemeyle tekrar gözlerini kapadı.

ihsan Bey! Bir zaman evvel çocukluğumdan, beni müdafaa eden bir babam, bir kardeşim, bir... Bildiğim olmamasından istifade etmişler, beni"gece âlemlerine sürüklemişlerdi.

Yüreğimde, sürgüne gönderilen bir adi sokak kadını zille-tiyle elimi suçsuz yüzüme kapayarak şehirden çıkıyordum. Dünyayı baştan başa bir zulüm, kendimi o zulme baş eğmekten başka çaresi olmayan bir sefil gibi göründüğüm gibi o günde beni müdafaa ettiniz, mesleğinizi, istikbalinizi tehlikeye koymak, hatta belki ölmeyi göze alarak mürüvvetini gösterdiniz.

Mademki hazin bir tesadüf, bugün bizi karşı karşıya getirdi, sizden kaçmayacağım, bu ümitsizlik ve acı günlerimizde bir küçük kız kardeş gibi kendimi hizmetinize vakfedeceğim.

Kuşadası, 7 Şubat

ihsan Bey'in yarası tehlikeli değilmiş, bir aya kadar kendini toplayabilirmiş. Fakat sağ kaşının üstünden başlayarak çenesine kadar bütün yanağını kaplayan yara onu korkunç bir surette çirkin bıracakmış.

Hayrullah Bey, sargıları değiştirirken yanında bulunmuyordum. Yüreğim dayanamadığı için değil, -çünkü her gün yaranın bundan çok daha fenalarını görüyorum- fakat benim bakışımın ona, korkunç yarasına dokunmuş bir bıçaktan daha fazla ıstırap verdiğini gördüğüm için...

Zavallı adam, ne çehre ile hastaneden çıkacağını biliyor, açıktan açığa bir şey söylemediği halde, derin bir ümitsizlik içinde bulunuyor.

Hayrullah Bey:

- Biraz daha gayret delikanlı, yirmi güne kadar dipdiri ayağa kalkacaksın, dediği zaman, adeta telaşa düşüyor.

Yaralının bugünlerini hoş geçirmesi için kalbimin bütün şefkat kabiliyetini sarf ediyorum; bazen yatağının başucunda kitap okuyorum, hatta, masal bile söylediğim oluyor.

Evet, biçarenin hiçbir şey söylemediği halde daima çirkin kalmak azabından bir dakika kurtulamadığı o kadar belli ki...

Bazen gizli teselliler icadına çalışıyordum. Büsbütün başka şeylerden bahsediyor gibi görünerek yüz güzelliği kadar dünyada lüzumsuz, hatta muzır bir şey olmadığı, asıl güzelliği ruhta, gönülde aramak lâzım geldiğini söylüyorum.

Kuşadası, 25 Şubat

ihsan Bey, ümit ettiğimizden az zamanda iyi oldu. Bu sabah sütlü çayını götürdüğüm zaman, onu giyinmiş buldum.

Bir sene evvel Abdürrahım Paşa'nın bahçesinde tesadüf ettiğim parlak elbiseli, güzel ve mağrur çehreli erkânıharp yüzbaşısı gayri ihtiyari gözümün önüne geldi.

Bin başı üniformasının yakası içinde incecik boynunu yana doğru meylettiren, yüzündeki yara yerinden, bir ayıp gibi utanan hasta asker, o güzel, mağrur erkânıharp zabiti miydi?

Teessürümü galiba gızleyememiştirn. Onu, başka bir şeyle tevil etmeye çalışarak yalandan darılmaya başladım:

- İhsan Bey, bu yaptığınız adeta çocukluk, daha tamamıyla iyi olmadan niçin giyindiniz? dedim. Gözlerini önüne indirdi:

- Yatmak daha ziyade hasta ediyor da ondan, diye cevap verdi.

ikimiz de susuyorduk. O, hırçın asabiyetini gizlemeye çalışarak:

- Artık gitmek istiyorum, bir şeyim kalmadı, tamamıyla iyi oldum, diye ilave etti.

Yüreğim merhametten eziliyordu, renk vermemek için, şakaya vurdum:

- ihsan Bey, görüyorum ki, beni dinlemeyeceksiniz. Yine asker inadınız uyandı. Fakat, şunu haber vereyim ki, ben, şimdi fitnelik etmeye gidiyorum. Doktorunuza her şeyi haber vereceğim, sizi iyice paylasın da görürsünüz, dedim.

Tepsiyi bırakarak acele acele dışarıya çıktım. Fakat doktoru görmeye gitmedim.

25 Şubat (Akşama doğru)

Hayrullah Bey'le müthiş bir kavga ettim. Ama iş için değil, başkalarının işine karışmak saygısızlığını pek ileri vardırdı da ondan...

Demin İhsan Bey'den bahsediyorduk. Yüzünün onu fazla müteessir ettiğini söyledim.

Hayrullah Bey, dudaklarını büktü:

- Hakkı var, ben, onun yerinde olsam, şuradan kendimi denize atardım. Öyle surat, balıklara yem olmaktan başka neye yarar? dedi.

- Ben, sizi başka türlü sanıyordum, Doktor Bey. Ruh güzelliği yanında yüz güzelliğinin ne ehemmiyeti olur? dedim. Hayrullah Bey gülmeye, benimle eğlenmeye başladı:

- Lakırdıdır o küçük, o suratlı adama kimse metelik vermez. Hele siz yaştaki kızlar yok mu?

Şikâyet eder gibi yakasını silkeliyordu. İsyan ettim:

- Hayatımı bir parça biliyorsunuz, bazı esrarımı hemen hemen zorla benden çaldınız. Benim güzel hem de çok güzel bir nişanlım vardı. Beni aldattı diye onu kalbimden silip attım, ondan nefret ediyorum.

Hayrullah Bey, yeniden bir kahkaha kopardı. Sonra beyaz kirpiklerinin içinde küçüle küçüle gülen mavi gözlerini ta kalbimin içine dikti:

- Bana bak küçük, dedi. Öyle değil, gözlerimin içine bak da söyle, onu sevmiyor musun?

- Ondan nefret ediyorum.

Çenemi tuttu, hâlâ gözlerime bakmakta devam ediyordu:

- Ah, zavallı küçük, sen onun için senelerden beri çıra gibi cayır cayır yanıyorsun. O hayvan, seninle beraber kendi kendine de yazık etmiş. Bu aşkı, o, başkasında zor bulur. Hiddetten sesim boğularak:

- Niçin bana bu ağır iftirayı reva görüyorsunuz, nereden biliyorsunuz? dedim.

- Hatırlarsın ya, seni o köyde gördüğüm gün, bunu anladım. Saklamaya çalışma nafile. Sevda, çocuk gözlerinden uyku gibi akıyor.

Gözlerim kararıyor, kulaklarım uğulduyordu. O, hâlâ söylüyordu:

- Başkalarının içinde yaşarken öyle herkese, her şeye yabancı bir halin, rüya gören insanlara mahsus dalgın, mahzun bir gülümseyişin var ki, yüreğimi yakıyor küçük. Sen, yaradılış itibariyle bile herkesten başkasın. Esatir, buseden doğmuş buse ile gıdalanmış, büyümüş birtakım perilerden bahseder. Bunları yalnız bir hayal zannetmemeli. Onların dünyada numuneleri vardır. Feridecik, sen onlardan birisin. Sen, sevmek, sevilmek için yaratılmış bir mahluksun. Ah, deli kız, çok yanlış hareket etmişsin, ne olursa olsun, bu sersem oğlanın yakasını bırakmamalıydın. Mutlaka mesut olacaktın.

Bir isyan feryadıyla kıvrandım. Çırpınarak, ayaklarımı yere vurarak:

- Niçin bunları söylediniz? Benden ne istiyorsunuz? diye ağlamaya başladım.

O vakit, doktorun da aklı başına geldi:

- Doğru küçük, hakkın var, bunlar sana söylenecek şeyler değildi. Berbat bir halt ettik, affet beni küçük diye beni teskin etmeye çalıştı.

Artık, darılmıştım, yüzüne bakmayı canım istemiyordu:

- Göreceksiniz, onu sevmediğimi nasıl ispat edeceğim, dedim. Şiddetle kapıyı kapayarak dışarı çıktım.


Yine 25 Şubat gecesi

ihsan Bey'in lambasını gördüğüm vakit, o hâlâ soyunma-mıştı. Pencerenin önünde, ayakta duruyor, akşamın denizdeki son kızıltılarını seyrediyordu.

Söz olsun diye:

- Üniformanızı ne kadar göreceğiniz gelmiş efendim, dedim.

Odaya, akşamın alacakaranlığı iyiden iyiye çökmüştü, ihsan Bey, bu karanlıktan cesaret almış gibi muammalı bir tebessümle başını salladı, ilk defa açıktan açığa derdini söyledi:

- Üniformam mı efendim? Evet, şimdi ümidim yalnız onda. Yüzümü o, bu hale getirdi. Uğradığım felaketi tamir etmek kudretini onda görüyorum.

Bu sözlerin manasını anlamıyor, hayretle yüzüne bakıyordum. O hafif bir göğüs geçirerek devam etti:

-Gayet sade, Feride Hanım anlaşılmayacak şey değil. Bir nizamiye zabiti gibi geriye döneceğim. Bombanın yarım bıraktığı iş tamam olsun, ben de kurtulayım.

Genç binbaşı, bu sözleri bir çocuk saffet ve ıstırabıyla söylüyordu. Lambayı yakmak için ona arkamı dönmüştüm. Tutuşturduğu kibriti, belli etmeden üfledim, fitili düzeltmek istiyor gibi eğilerek gayet yavaş:

- Böyle söylemeyiniz ihsan Bey, siz isterseniz bahtiyar olabilirsiniz Mesela, zararsız bir kızla evlenirsiniz, iyi bir aileniz, minimini çocuklarınız olur, her şeyi unutursunuz.

Başımı çevirmediğim halde hissediyordum ki, o da bana bakmıyor hâlâ pencereden denizi seyrediyordu.

- Feride Hanım, ne kadar temiz kalpli bir kız olduğunuzu bilmesem, benimle eğleniyorsunuz, diyecektim. Beni bu halde kim ister? Ben ki böyle olmadan evvel, bir kadının hiç olmazsa gülmeden yüzüme bakabileceği günlerde bile hoşa gitmemiştim. Şimdi öyle bir alilim ki.

Artık devam etmek istemedi, kendisini toplamaya çalışarak:

- Feride Hanım, bunlar lüzumsuz sözler. Affedersiniz, lambayı yakar mısınız? dedi.

Bir kibrit daha çaktım, fakat elim bir türlü lambaya gitmiyordu. Gözlerimi bir titrek aleve dikerek düşüne düşüne onun sönmesini bekledim. Oda, eski karanlığın içine düşünce yavaş yavaş: