Bir ay evvel buraya geldiğim vakit, mektebin başmualli-mesi beni karşısına aldı. Elli yaşlarında kadar, hasta, bitkin bir kadın, bana dedi ki:

- Kızım.birbirinden tam üç ay fasıla ile dağ gibi iki oğlumu kara toprağa verdim. Dünyayı gözüm görmüyor. Seni buraya ikinci muallimelikle göndermişler. Gençsin, malumatlı görünüyorsun, mektebi sana bırakıyorum. Bildiğin gibi idaret et. iki muallimimiz daha var, yaşlı iki hanım, onlardan hayır yok.

Elimden geldiği kadar çalışacağımı vaat ettim ve sözümde durdum.

Başmuallim Hanım, bana dün dedi ki:

- Feride Hanım kızım, sana ne kadar teşekkür etsem az, vaat ettiğinden on kat ziyade çalıştın. Bir ay içinde gerek mek-tep, gerek çocuklarımız çiçek gibi oldu. Allah senden razı olsun. Arkadaşlarından en minimini çocuklara varıncaya kadar herkes seni seviyor Ben bile vakit vakit derdimi, yüreğimin acısını unutuyorum, sen gülerken gülmeye başlıyorum.

Zavallı kadın, kendi kara gözleri için çalıştığımı zannediyor, minnettar oluyordu.

Çalışmak, bütün ruhuyla, kendini başkalarına vermek ne güzel şey! Çalıkuşu tamamıyla eski Çalıkuşu oldu. Ne o, Ç.'deki müphem yaşamak yorgunluğu, ne İzmir'deki isyanlar, hiçbiri kalmadı, bir yaz semasına musallat olmuş geçici bir bulut gibi'hepsi dağıldı.

Saçlarım, birer birer ağarıncaya kadar başkalarının çocuklarına, onların saadetlerine kendimi vakfetmek artık beni korkutmuyor, iki sene evvel, bir sonbahar akşamı, gönlümün içinde öldürülen küçüklerin boş yerini başkalarının çocuklarına verdim.

Kuşadası, l Aralık

Bir zamandan beri etrafımda bir muharebe sözü dolaşıyordu. Hayatımı mektebe vakfettiğim için kulak bile vermiyordum. Bugün kasaba birbirine girdi. Muharebe başlamış.

Kuşadası, 15 Aralık

Muharebe başlayalı on beş gün oldu, hastaneye her gün kafile kafile yaralı geliyormuş. Mektebe bir neşesizlik çöktü, küçüklerimden birçoğunun orduda babaları, kardeşleri, var. Biçareler tehlikeyi, şüphesiz, bilmiyor, fakat hissediyorlar. Üstlerine büyük adam gibi halim bir mahzunluk çöktü.


Kuşadası, 16 Aralık

Ne aksilik, Yarabbi, ne aksilik! Bugün kumandanlığın emriyle mektebi işgal ettiler. Muvakkat hastane yapacaklarmış. Ne isterlerse yapsınlar, umrumda değil. Fakat mektep kurtuluncaya kadar ben ne yapacağım, nasıl vakit geçireceğim?

Kuşadası, 24 Aralık

Bugün, mektepte kalan birkaç kitabı almaya gitmiştim. Öyle bir karışıklık ki, insan, kitabını değil, kendini kaybetse bulamayacak. Çaresiz geri dönüyordum. Bir hastabakıcı kadın, kapılardan biri açarak:

- Bir kere de Başhekim Bey'e soralım. O, galiba birkaç kitap kaldırmıştı!... dedi.

Odanın içi şişeler, sargılar, ecza kutularıyla doluydu. Başhekim, sırtından ceketini atmış, inleye oflaya bu karışık şeyleri düzeltmeye çalışıyordu. Arkasını döndüğü için, yalnız boynunu, ak saçlarını ve sıvalı bileklerini görüyordum. Bu halde bir adamdan kitap sormak saygısızlıktı. Hastabakıcıyı eteğinden çektim.

- Vazgeçiniz, dedim. Fakat o, farkında olmadı:

- Beyefendi hani siz Fransızca resimli kitaplar bulmuştunuz, nerede onlar? dedi.

ihtiyar doktor birdenbire kızdı. Başını çevrimeden öyle fena, öyle ayıp bir cevap verdi ki, gayri ihtiyari ellerimi yüzüme kapadım, oradan kaçmak istedim. Fakat, tam bu dakikada, yüzünü çevirmişti. Birdenbire:

- Vay küçük yine mi sen? diye bağırdı.

Yüzünü görür görmez, ben de kendimi tutamadım:

- Doktor Bey, Zeyniler'deki Doktor Bey! diye feryat ettim.

Mübalağa etmiyordum. Bu, bir feryattı.

Şişelen devirerek yanıma geldi, ellerimi tuttu; başımı çekerek, çarşafımın üstünden saçlarımı öptü. Yalnız bir gün, hatta bir gün bile değil, birkaç saat birbirimizi görmüştük. Hangi gizli ruh alakası bizi birbirimize bağlamış, iki sene sonra kırk yıllık iki dost, hatta bir baba kız gibi bizi birbirimizin kollarına atmıştı? Ne bileyim, insan kalbi, öyle anlaşılmaz bir şey ki!...

Hayrullah Bey, tıpkı Zeyniler'deki gibi bana:

- Söyle bakalım, yaramaz, senin burada ne işin var? diye sordu.

Çocuk gözleri gibi berrak mavi gözleri, beyaz kirpiklerinin içinde tarif edilmez bir tatlılıkla parlıyordu. Ben, yine tıpkı Zeyniler'deki gibi, bu gözlerin içine gülerek:

- Biliyorsunuz ki, ben, muallimeyim Doktor Bey, dedim. Memleket memleket geziyorum. Şimdi buraya tayin ettiler.

Bütün hayatımı ve gönlümü biliyor gibi nihayetsiz bir esefle:

- Hâlâ mı haber yok, küçük? dedi. Birdenbire yüzüme su serpilmiş gibi ürperdim, gözlerimi kırpıştırdım. Hayret ediyor gibi görünmeye çalışarak:

- Kimden, Doktor Bey? dedim.

O, canı sıkılmış gibi beni parmağıyla tehdit etti:

- Ne yalan söylüyorsun küçük? Dudakların yalan söylemeyi öğrenmiş ama gözlerin, halin daha pek toy. Kimden mi haber soruyorum. Seni böyle memleket memleket gezdiren her kimse ondan.

Gülerek omuzlarımı silktim:

- Maarif demek istiyorsunuz, sonra tabii memleketimin çocuklarına hizmet etmek emeli.

Doktor, yine Zeyniler'deki iddiasını tekrar etti. Bu söz, beni çok müteessir ettiği için kelimesi kelimesine aklımda kalmıştı:

- Bu yaşta, bu halle, bu çehreyle mi? Peki, öyle olsun yaramaz, öyle olsun, tek sen vahşilik gösterme.

O ilaçlarını, ben kitaplarımı unutmuştuk, konuşmaya devam ediyorduk:

- Mektebimizi aldığınıza o kadar üzüldüm ki, Doktor Bey...

- Bana başka bir fikir geliyor... Ne musibetti o köyün adı? Orada sana hastabakıcılık ettirdimdi. Hatırlarsın ya? Burada da bana yardım eder misin, ha? Zaten arada büyük bir fark yok, ha senin minimini maymuncukların, ha benim sevgili ayıcıklarım! Zaten ikisi ruh itibariyle öyle birbirlerine benzer ki... Aynı saffet, aynı temiz çocuk yüreği, hem de ateş karşısında yandıkları bu aylarda benimkilere yardım, daha ecirli bir iştir, küçük kız...

Birdenbire yüzüm güldü, çocuk gibi sevindim. Bana kuvvetimi ve sevgimi harcayacak bir iş olsun da, ne olursa olsun.

- Peki Doktor Bey, ne vakit isterseniz işe başlarım.

- Hemen şimdi, bak şurasını ne hale koymuşlar? El değil ki, adeta...

Yine hatırı sayılacak derecede fena bir kelime. Ben utanarak:

- Fakat bir şartla Doktor Bey... Yanımda pek askerce konuşmayacaksın... O, gülerek:

- Gayret ederim küçük, gayret ederim... Mamafih arada bir kaza olursa kusura bakmazsın artık, dedi.

Akşama kadar beraber çalıştık, yarın geleceğini haber aldığım hasatları kabule hazırlandık.

Kuşadası, 26 Aralık

Bir aydan beri Hayrullah Bey'in yanında hastabakıcıyım. Muhabere devam ediyor, hastaneye gelen yaralı kafilelerinin ardı arkası kesilmiyor. İş o kadar çok ki... Bazı geceler evime bile dönemiyorum.

Dün gece geç vakte kadar ağır yaralı bir ihtiyar yüzbaşı ile meşgul olmak lâzım gelmişti. Sabaha kaşı yorgunluktan bitap düşmüş, ecza odasındaki bir koltuğun içinde uyuklamış-tım.

Omuzlarıma hafif bir elin dokunduğunu hissettim; gözlerimi açtım, Doktor Hayrullah Bey'di. Benim üşümemden korkmuş, uyandırmamaya çalışarak üstüme ince bir battaniye örtmek istemişti; pencereden giren hafif seher aydınlığı içinde daha solgun ve yorgun görünen mavi gözleriyle gülümsedi:

- Uyu küçük, rahatsız olma, dedi.

Bu dakikada, bu şefkat, bana öyle tatlı geldi ki... Bir şey söylemek, minnetimi anlatmak istiyorum. Yorgunluk, uyku galebe etti, dalgın dalgın gülümseyerek tekrar uyudum.

iki büyük kusuruna rağmen, bu ihtiyar doktoru çok seviyorum. Bunlardan biri kaba kelimeler kullanması. Gerçi etrafındakiler de buna hak kazanacak münasebetsizlikler yapıyorlar ama, bu da sebep olur mu ya? Bazı ağzından öyle şeyler çıkıyor ki, yanından kaçıyorum. Günlerce yüzüne bakamıyorum. Mamafih, kabahatini kendi de biliyor,

- Aldırma küçük, bunların irapta mahalli yok, askerliktir, diyor.

Hayrullan Bey, kabahatlerini, saf pişmanlıklarını, sevimli mahcubiyetleriyle affettiren, hatta hoş gösteren çocuklara benziyor.

İkinci kabahati bundan daha büyük. Bu kaba saba adamda anlaşılmaz bir nicelik var. İnsanın kendine bile itiraf eteme-diği en olmayacak şeyleri öyle ustalıkla ağzından alıyor ki... Mesela, benim kimseye söylememek için o kadar çalıştığım sergüzeştimin büyük bir kısmını biliyor. Bunları nasıl söyledim. Kendim de farkında değilim. Ara sıra sorduğu tek tuk suallere kuru cevaplar vermekten başka bir şey yapmamıştım.

Halbuki o, bu sözleri bir araya toplaya toplaya bütün bir hikâye meydana çıkardı.

Doktorun kimsesi yok, yirmi beş sene evvel evlenmiş, dokuz ay sonra karısı tifodan ölmüş. O vakitten beri bekâr kalmış, kendisi Rodosluymuş, fakat Kuşadası'nda da bazı emlaki var. Miralaylık maaşına herhalde ihtiyacı olmayan bir adam. Çünkü onun birkaç mislini hastalara sarf ediyor. Mesela bir gün evvel, yaralı bir neferin memleketinden gelen mektubunu okumuştum. Neferin ihtiyar anası, sefaletlerinin son dereceyi bulduğunu, çocukların açlıktan, sokaklara döküldüklerini yazıyordu. Yaralı, bu mektubu dinlerken derin derin ah etti.

Hayrullah Bey, yanımızdaki yatakta bir askeri muayene ediyordu. Birdenbire bu biçare nefere döndü:

- Çok memnun oldum, neyinize güvenir de böyle alay alay yumurcak çıkarırsınız ortaya? dedi.

Bu zalim alay, ok gibi yüreğime saplanmıştı. Münasip bir vakitte bunu ihtiyar doktara söyleyecektim. Fakat o, bana dah-ha evvel bu meseleden bahsetti:

- Küçük, belli etmeden o ayının anasının adresini al, beş on lira gönderelim, dedi.

Öyle anlıyorum ki, bu ihtiyar doktor, ne para için ne de bir vazife fikriyle askerlik ediyor, onun bir iptilası var: "Sevgili ayıcıklarım" dediği biçare neferlere muhabbet! Fakat bilmem niçin, bu muhabbeti, utanılacak bir şey gibi daima gizlemeye çalışıyor.

Kuşadası, 28 Ocak

Bu sabah, hastaneye geldiğim vakit ağır yaralı dört zabit getirildiğini haber aldım. Hastabakıcılar, Hayrullah Bey'in beni aradığını söylediler. Ne vakit nazik bir ameliyat yapacak olsa, beni yanında istiyor: