Reşit Bey'in, Konyalı bir süt dayısı vardı ki, bakmakla doyulur şey değildi. Bu, sarıklı poturlu bir hoca efendi kıyafetinde görünüyordu. Onun karşısında duran fotoğrafını ise, mebus olduktan sonra frak ve tek gözlükle çıkarmıştı.

Hoca Efendi, hiddetle gözlerini açarak mebusa bakıyor, mebus, dudaklarını bükerek hocayı alaya alıyordu. Bu manzara, o kadar güzeldi ki, sayfayı çevirmemesi için Sabahat'in elini tutuyor, deli gibi gülüyordum.

Ferhunde, benimle şaka etmeye çalışıyordu:

- Feride Hanım isterseniz sizi bu güzel zatla evlendirelim, şimdi münhaldir. ilk karılarını boşadı, şimdi mebusa lâyık bir alafranga hanım arıyor, dedi.

Ben, hâlâ gülerek masanın başından ayrıldım, Ferhun-de'ye:

- Hemen mektup yazınız, ben razıyım, insan, başka saadet bulunmazsa bile, hiç olmazsa ömrünü tatlı tatlı gülmekle geçirir, dedim.

- Feride Hanım, bu fotoğrafı görürseniz, mebusumuza varmaktan korkarım, vazgeçersiniz, dedi.

Misafirler, hep bir ağızdan: "Ah, ne güzel..." diye haykırıştılar. Ellerini sallayarak beni çağırıyorlardı.

- Nafile, ne olursa olsun, ben mebusumdan vazgeçemem diyerek yaklaştım, albümün üstüne, birbirine karışan dalgalı saç kümeleri arasından başımı uzattım. Ben de onlar gibi hafif bir feryadı men edemedim. Albümün yapraklan içinden gözlerime bakarak gülümseyen bu fotoğraf, Kâmran'ın fotoğrafıydı.

*

Sabahat, bu fotoğrafın sahibiyle eğlenmedi bilâkis, çok alaka ve hararetle arkadaşlarına şu tafsilatı verdi:

- Bu bey, Münevver Teyzem'in zevcidir. Geçen ilkbaharda istanbul'dayken düğünleri oldu. Kendini görseniz acaba bu fotoğraf bir şey mi? Bir gözleri, bir burnu var ki, görülecek şey! Size daha tuhafını söyleyeyim: Bu bey, teyzelerinden birinin kızını severmiş. Bu kız, ufak tefek gayet hoppa, gayet şımarık bir şeymiş, hatta bunun için ismine Çalıkuşu derlermiş. Çalıkuşu, bu Kâmran Bey'i bir türlü istememiş. Gönül bu ya",.

Nihayet, evlenmelerine bir gün kala, bir başına evden kaçmış, yabancı memleketlere gitmiş. Kâmran Bey, aylarca yemeden, içmeden kesilmiş bu vefasız kızı beklemiş. Hiç dönmeye niyeti olsa, gelin olacağı gece kaçıp gider mî? Münevver Teyzem, kaynanasının elini öptüğü vakit oradaydım, ihtiyar hanımefendi, o bir dalda durmaz, acayip Çalıkuşu'nu hatırlamış olacak ki, çocuk gibi ağladı.

Bu tafsilâtı, arkamdaki piyanoya dayanarak hiçbir şey söylemeden, hiçbir hareket etmeden dinlemiştim. Kâmran, hâlâ albümün içinde bana gülüyordu. Gayet yavaş bir sesle; "Kalpsiz" dedim.

Sabahat, bana döndü:

- Çok doğru söylediniz, Feride Hanım, dedi. Bu kadar güzel, bu kadar nazik bir gence vefa etmemiş bir kıza "kalpsizden başka bir şey denemez.

Kâmran, ben senden nefret ediyorum. Öyle olmasaydı, bu haberi aldığım vakit ağlar, bayılır, matemini tutardım. Halbuki ben, ömrümde hiçbir gün, bugünkü kadar gülmedim, etrafım-dakileri bu kadar neşe ve şenliğe boğmadım. Hatta, başımdan münasebetsiz bir kaza geçmeseydi bugüne, ömrümün en mesut günü diyebilecektim. ••

Akşamüstüne doğru hava açmış, uzunca bir kır gezintisi yapmamıza müsaade etmişti. Bir sel çukuru kenarından geçiyorduk. Misafirlerden biri, çukurun öte yakasına bir kasımpatı gördü: "A, ne güzel! Koparmak mümkün olsaydı!" dedi. Ben, gülerek: "isterseniz onu size hediye edeyim?!" dedim. Çukur, bir tehlike teşkil edecek kadar derin ve genişti.

Hanımlar gülüştüler, birisi:

- Köprü olsaydı, iyi olacaktı, diye şaka etti. Ben sadece:

- Köprüsüz de geçilir zannederim, dedim ve birdenbire atladım. Arkamdan bir çığlık koptu.

Öteki tarafa geçmeye muvaffak olmuştum. Fakat ne çare ki vaat ettiğim kasımpatını koparıp getiremedim. Çünkü ayaklarım çukurun tam kenarına basmıştı. Düşmemek için bir diken kümesine sarılmış, ellerimi yırtınıştım. Evet, bu kaza başıma gelmeseydi, avucuma batan dikenlerin sızısı beni, akşam karanlığı içinde köşke dönünceye kadar ağlatmasaydı, bugüne ömrümün en şen, en eğlenceli günü diyecektim.

Kâmran, ben senden nefret ettiğim için, yabancı memleketlere kaçmıştım. Şimdi, nefretim o dereceyi buldu ki, bu uzaklık kâfi gelmiyor, senin yaşadığın, nefes aldığın dünyadan uzaklara kaçmak istiyorum.

Artık bu evde kalmamayı iyiden iyiye zihnime yerleştirdim. İki üç günde bir İzmir'e iniyor, Maarif İdaresi'ne uğruyor-dum. Dün sabah vapurda eski muallimlerden Sor Berenis'e tesadüf ettim. Onu bir kere de iki ay evvel görmüş, mektepteyken pek seviştiğimiz için bir parça halimi anlatmıştım. Sor Be-renis dün dedi ki:

- Feride, ben birkaç günden beri seni arıyorum. Karanti-na'daki mektebimizde bir Türkçe ve resim muallimine ihtiyaç var. Müdireye seni tavsiye ettim. Ayrıca ev tutmaya hacet yok, mektepte kalırsın. Zaten, sen bizim hayatımıza alışıksın.

Kalbim çarpmaya başladı, öyle" sanıyorum ki, tekrar oraya, o günlük kokularının, p ağır erganun seslerinin içine düşersem, çocukluk rüyalarımdan bir kısmına tekrar kavuşmak mümkün olacak.

Düşünmeye bile lüzum görmeden:

- Peki Ma Sor, gelirim, teşekkür ederim, dedim.

Bugün, oraya gitmeden evvel Maarif İdaresi'ne uğradım, maksadım, evrakımı geriye almaktı. Müdürün üç günden beri beni aradığını söylediler. Ne istediğini merak ederek yanma girdim. Maarif Müdürü beni görünce:

- Çok bekledin kızım, fakat talihine iyi bir yer çıktı. Seni Kuşadası mektebine göndereceğim, dedi.

Kuşadası, ne güzel isim; benim adım. içimden öyle geldi ki, mutlaka güzel bir yer olacak. Fakat Sor mektebi için verdiğim söz... Bir iki dakika kaldım, cevap vermeden düşünüyordum.

Bu tarafta rahat bir hayat vardı. Öbür tarafta belki yine zaruret, sefalet, fakat bunun da başka bir tesellisi, başka bir cazibesi yok muydu? Gözümün önüne, mekteplerimizin bakımsız kalmış kaba saba ellere ziyan olmuş, miniminileri geldi. Bu biçareler, açılmak için biraz güneş, bir parça şefkat bekleyen çiçekler gibiydi. Bu şefkat, bu hareketi gösterenlere, gönüllerinin bütün minnet ve muhabbetini veriyorlardı. Her şeye rağ-men.bu küçük sefilleri, derin derin sevmeye başladığımı anladım. Munise bile onlar arasından gelmemiş miydi?

Bundan başka son bir senelik hayatımın bir iki tecrübesi daha vardı. Aydınlık, hasta gözleri nasıl incitiyorsa, saadet de hasta gönülleri öyle sızlatıyor. Hasta gözler gibi hasta gönüller için de karanlıktan iyi ilaç yok.

Ben, muallimliği açlıktan ölmemek için kabul etmiştim. Hesabım doğru çıkmadı. Bu meslek, bir gün açlıktan öldürebilir. Fakat ne ziyanı var? Değil mi ki, benim gönlümün şefkate olan açlığını doyuracak, kendi hayatını başkalarının saadetine vakfetmek tesellisini bana verebilecek. O ölmüş günlerin ölmüş rüyasını yeniden uyandırmak zaten mümkün değildi. Başımdan günlük korkularının ağır hülyası, kulaklarımdan erganunların hassas iniltileri yavaş yavaş silindi. Kuşadası'na, tekrar kavuşacağım miniminilerin muhabbet ve merhamet bekleyen hayallerine gülümseyerek:

- Peki, beyefendi, giderim, dedim.

Emrimi alıncaya kadar köşkte kimseye bir şey söylemek istemiyordum. Fakat yeni bir vaka beni buna mecbur etti: Büyük kalfa bir zamandan beri bana tuhaf tuhaf şeyler söylüyordu. Mesela geçen gün, hiç münasebeti yokken demişti ki:

- Kızım, ben seni günden güne daha ziyade seviyorum. Sade ben değil, herkes öyle... Ferhunde ile Sabahat, genç çocuklar ama, eve tat vermiyorlar. Sen geldikten sonra bir baş-kalık oldu. Tabiatın, ahlâkın güzel, büyükle büyük, küçükle küçük oluyorsun.

Buna benzer daha birçok sözler... Kalfa hanımın bu sözlerine ben bir: "Kapı yoldaşı teveccühünden başka bir mana ve-remiyordum. Halbuki ihtiyar kadın, dün gece büsbütün açıldı:

- Kızım, ne yapsak da seni bu eve bağlayabilsek acaba? Benim aklıma bir çare geliyor ama, sakın aklına bir şey gelmesin, hani vallahi kimse bir şey söylemedi.

Kalfanın bu sözlerinin, birisi tarafından söylendiğine şüphem kalmadı. Fakat anlamamazhktan gelerek dinlemeye devam ettim. O başladığı bir söze devama cesaret edemediği vakit, başka söze atlayarak söylüyordu:

- Beyefendi, yaşlı bir adam değil, ben çocukluğunu bilirim. Güzel bir adam değil ama, debdebesi, saltanatı var. Eh, tabiatı da fena değil. Kızım, ev hanımsız gitmeyecek, yarın öbür gün Ferhunde ile Sabahat kocaya giderler. Maazallah, bir haramzadeye düşersek, hal fena. Feride Hanım, insan burma bıyıklı delikanlılara da varır ama, bu debdebeyi bulamaz. Ah, şu Bey'e münasip bir kızcağız bulabilsek, ne dersin kızım?

Ben, bir şey demiyor acı acı gülümseyerek düşünüyordum.

Reşit Beyefendi'nin bana o kadar hürmet etmesi, Saba-hat'le Ferhunde'nin derslerine bu derece ehemmiyet vermesi, bizimle saatlerce şakalaşması, hatta top oynaması... Demek bütün bunlar... Maarif kâtibinin: "Reşit Beyefendi istese seni Fransızca muallimliğine tayin ederdi, herhalde bir maksadı var!" diye söylediği sözler aklıma geldi. Birkaç sene evvel böyle bir şeye isyan ederdim. Fakat şimdi, sözü kesmek için kalfaya lakayt bir tavırla şu cevabı verdim:

- Sizinle görücü gider, Reşit Beyefendi'ye bir hanımcık arardık. Ne çare ki, ben bir iki güne kadar Kuşadası'na gidiyorum. Birkaç ay sonra nişanlım oraya gelecek, evleneceğiz, de-1 dim. Sonra şaşkın şaşkın yüzüme bakan ihtiyar kadına:

- Allah rahatlık versin, kalfacığım, ben erken yatacağım, deyip odama çekildim.

Kuşadası, 25 Kasım

"Kuşadası'na gider misiniz?" dedikleri vakit, birden sevinmiş, kendi kendime: "Kuşadası, benim adam, bu kadar zamandan beri aradığım saadeti, gönül rahatımı mutlaka orada bulacağım!" demiştim. Bu his beni aldatmamıştı. Burasını her yerden ziyade sevdim. Pek güzel bir memleket diye mi? Hayır. Kuşadası, evvelce zannettiğim gibi. Munise ile -bu sarı papağanımla- avare, yalnız bir hayat geçireceğim bir Robenson adası çıkmadı.

Rahatım pek yolunda olduğu için mi? Bu da değil. Bilakis her zamankinden ziyade çalışıyorum. Şu halde? Verilecek cevap biraz gülünç. Fakat ne yapayım ki hakikat. Bej) Kuşadası'nı güzel ve rahat yer olmadığı için seviyorum. Öyle sanıyorum ki, kudret, yalnız güzel simaları değil güzel toprakları, güzel denizleri de insana gizli gönül azapları versin diye yaratmış.