- Onun da başımızın üstünde yeri var, kızım. Küçük bir çocuğun fakirhanemize ne yükü olur? diyordu.

Kati cevabımı vermedim. Üç gün mühlet istedim. Son bir teşebbüste bulunacağım. Resmi bir muallimlik bulursam âlâ. Olmazsa ne çare!

Karşıyaka, 3 Ekim

Munise ile bana köşkün üst katında denize karşı bir oda verdiler. Küçük, fakat kuş kafesi gibi şirin bir yer.

Geç vakte kadar penceremden rıhtımı ve denizi seyrettim. Pencerem, bütün körfezi görüyor. Karşıda fzmir, yıldızlarla donanmış bulut kümelerine benzeyen tepeleriyle, muhteşem bir donanma aydınlığı içinde yanan Kordonu'yla görülecek şey.

Fakat doğrusu, önümdeki Karşıyaka rıhtımı, beni daha ziyade eğlendirdi. Burada ne güzel, ne eğlenceli bir hayat var. Gece yarısına kadar tramvaylar işliyor, havagazlarının yeşil aydınlığında ardı arkası kesilmeyen genç kafileleri piyasa ediyor. Uzakta, denize allı, yeşilli ziyalar akıtan bir gazinoda, gitarla kâh şen, kâh mahzun havalar çalıyorlar.

Bilmem niçin, bana öyle geliyordu ki, bu hafif aydınlıkta yalnız elbiselerinin siyah yahut beyaz lekelerini fark ettiğim insanlar, hep, birbirlerini seven nişanlı çiftlerdir. Yalnız onlar değil, karanlığın bütün görünmeyen köşeleri, denizin içinde koyu hayaletleri fark edilen kaya yığınlarının üstü, hep böyle görünmeyen sevgilerle dolu.

Denizden gelen fısıltılar, dudak dudağa gizli söyleşmeler. Gecenin göğsüme basan, nefesimi tıkayan ılık nefesleri, öyle genç kızların dudaklarından geliyor ki, başları sevgililerinin boynunda, gözleri onları gece denizleri gibi koyulaşmış yeşil gözlerinde.

Beni bu köşke bir küçükhamm gibi nezaketle kabul ettiler. Kendi yüküm, hiçbir zaman bana ağır gelmemişti. Böyle olduğu halde bavulumu kendi elimle odama çıkarmama müsaade etmeyen, onu zorla elimden çekip alan ihtiyar kalfaya minnettar oldum. Munise, daha bunları anlayacak yaşta değil. Köşkün ihtişamı biçarenin gözlerini kamaştırdı. Demin yukarı çıkarken, evimizde her zaman yaptığı şakayı tekrar etmek istedi, merdivenin yarısında birdenbire eteğimi yakaladı, çıktığım basamaklardan beni geri indirmeye uğraştı. Kolundan tuttum, kulağına eğilerek:

- Munise, biz artık başkasının evindeyiz çocuğum... İnşallah yine kendi evimiz olursa o vakit kızım, dedim.

Çocuk, birdenbire durdu. Ne demek istediğimi anlamıştı.

Odaya girdiğimiz vakit, güzel küçük yüzündeki sevinç sönmüştü. Bu çocuk, beni ne kadar ince anlıyor. Kollarını boynuma doladı, her zamandan ziyade bana sokularak küçük küçük buselerle yüzümün her tarafını öptü.

Penceremi kaparken bir kere daha dışarıya baktım. El, ayak çekilmiş, fenerler sönmüş, biraz evvel sahil f enerler iyle oynaşan deniz bile, şimdi kumsalın bir kısmını boş bırakarak daha uzaklara çekilmiş, yavaş yavaş uyuyan bir çocuk gibi başını kayaların beyaz yastığına koymuş...

*

Ben buraya bugün gelirken... (Fakat bunu yazmaya cesaret edemeyeceğim, dursun.)

Karşıyaka, 7 Ekim

Reşit Bey'in köşkünde hayat fena geçmiyor. Talebelerim, biri ben yaşta, biri daha küçük iki kız. Büyüğünün ismi Ferhun-de, güzellikte beybabasının bir eşi. Bunun için gayet hırçın tabiatlı. Küçük Sabahat, onun zıddı. Bir bebek gibi güzel, şirin, yumuk yumuk bir kız...

Kalfa hanımlardan biri, bir gün manalı manalı göz kırptı:

- O vakitlerde rahmetli hanımefendi hastaydı. Bir genç askeri doktor gelir giderdi. Hanımefendi besbelli bu doktorun yüzüne baka baka çocuğu güzel oldu, dedi.

En büyük korkum hizmetçilerden. Niçin hakikati saklama-lı, az çok onların kapı yoldaşı değil miyim? Fakat ben, çok iyi hareket ettim, hiçbirisine iş buyurmadım... Onun için hürmet ediyorlar...

Mamafih, bunda Reşit Beyefendi'nin verdiği ehemmiyetin de -zannederim- tesiri var.

Köşkün en büyük kusuru arı kovanı gibi işlemesi. Misafir, hiç eksik olmuyor. Daha fenası, Ferhunde ile Sabahat, mutlaka her misafire çıkmam için ısrar ediyorlar. Köşkün bundan daha büyük bir kusuru, Reşit Beyefendi'nin büyük oğlu Cemil Bey... Otuz yaşlarında kadar, manasız ve sevimsiz bir genç... Senenin on ayını Avrupa'da.babasmın parasını yemekle geçirirmiş. iki ayını da burada, izmir'de. Bereket versin, bu iki ayın son gün-lerindeyiz. Öyle olmasaydı, köşkü üç gün evvel bırakmış ola-çaktım. Sana ne mi, diyeceksin? Ben de, kendi kendime öyle dedim ama, hesap yanlış çıktı.

Üç gün evvel Ferhunde ile Sabahat, geç vakte kadar beni aşağı salonda alıkoymuşlardı. Onlardan ayrıldıktan sonra karanlıkta yukarı çıkıyorum... Üçüncü kat merdivenin başında bir erkek gölgesiyle karılaştım. Birdenbire ürktüm, geri çekilmek istedim.

Cemil Bey'in sesi:

- Korkmayınız, küçükhamm, yabancı değil, dedi. Yan pencereden birinden, yüzüme hafif bir aydınlık vuruyordu.

- Affedersiniz, beyefendi, birdenbire tanımadım efendim, dedim. Geçmek istedim.

Cemil Bey, sağa doğru bir adım attı. Merdivenbaşı dar olduğu için geçecek yol kalmıyordu.

- Uykum kaçtı, küçükhamm, pencereden mehtabı beklemeye çıktım.

Maksadı hissetmiştim. Bir şey anlamamış gibi görünerek usulca kaçmak istiyordum. Mamafih, sözü cevapsız bırakmamak için:

- Mehtap zamanı değil ki, efendim, dedim. O, yavaş yavaş.

- Nasıl değil, küçükhanım.ya bu merdiven başında birdenbire doğan pembe mehtap! Hangi mehtabın aydınlığı acaba o kadar gönül alıcıdır ki?!

Cemil Bey, birdenbire beni bileklerimden yakaladı, sıcak nefesini yüzümde hissettim ve kuvvetle kendimi geriye attım. Bir merdiven parmaklığına sarılmasaydım, aşağıya kadar yu: varlanacaktım. Fena halde başımı çarpmıştım. Hafif bir ıstırap feryadını zapt edemedim.

Cemil Bey, gürültü etmeksizin yanıma inmişti. Yüzünü görmediğim halde pek telaş ve heyecan içinde olduğunu hissediyordum.

- Feride Hanım, beni affediniz, bir yeriniz incindi mi? dedi.

- Hayır, ehemmiyeti yok, yalnız beni bırakınız, diye yalvaracaktım. Fakat dudaklarımdan boğuk bir hıçkırıktan başka ses gelmedi. Bu hıçkırığı boğmak için mendilimle ağzımı kapamak istedim. O vakit, hafifçe yaralanan dudağımdan ince ince kan sızdığını gördüm.

Merdiven penceresinin yanındaydık. Açık kalmış bir panjurdan giren hafif aydınlık içinde Cemil Bey de bu kanı görmüştü. Sesi teessürlü titreyerek:

- Feride Hanım, dedi. Bu gece ben dünyanın en adi bir adamı gibi hareket ettim. Beni affettiğinizi söylemek mürüvvetini esirgemeyiniz, Feride Hanım.

Yapılan terbiyesizlikten sonra bu soğuk edebiyat, tüylerimi ürpertti ve bana bütün cesaretimi iade etti.

Sert bir sesle:

- Yaptığınızda bir fevkalâdelik yoktur efendim, dedim. Kadın hizmetçi, evlatlık kabilinden insanlara böyle muameleler yapmak âdettir... Konağınızda bunların vaziyetinden pek farklı olmayan bir vaziyeti kabul etmekle ben, buna çanak tuttum. Bir gevezelik falan etmemden korkmayın, yarın sabah rasgele bir bahane ile çıkıp gideceğim.

Bunları söyledikten sonra telaşsız ve lakayt bir tavırla merdivenleri çıktım, odama doğru yöneldim.

Bir elime çantayı, bir elime Munise'yi alarak kapıyı çekip gitmek kolay. Fakat nereye? Aradan üç gün geçtiği halde bu karar tatbik edilemedi. Hâlâ buradayım. Çünkü geldiğim gece, defterime bile yazmaya utandığım şeyi artık itiraf etmek zamanı geldi.

Ben buraya bir akşamüstü ortalık kararırken gelmiştim.

Ertesi sabahı beklemek daha münasip değil miydi? Tabii böyle. Fakat buna imkân yoktu.

Buraya geldiğim o ümitsiz akşamda, köşk misafirlerle doluydu. Reşit Beyefendi ve küçükhanımlar beni yeni satın alınmış bir süs eşyası gibi misafirlerine gösteriyorlardı. Herkes bana beğenen, hatta biraz acıyan bir gözle bakıyordu. Yeni vaziyetimin beni mecbur ettiği mahcup nezaketle herkesin ayrı ayrı gönlünü almaya çalışırken, üstüme hafif bir baygınlık gelmiş, kendimi kaybetmiştim. Yalnız birdenbire sandalyenin kenarına oturmuş, dudaklarımdaki şaşkın gülümsemeyi bile söndürmeye çalışarak yarım dakika, belki daha az gözlerimi kapamıştım.

Reşit Bey, küçükhanımlar, misafirler telaş etmişlerdi.

Sabahat, elinde bir bardakla koşmuş, şakalaşır gibi ikimiz de gülerek bana zorla birkaç yudum su içirmişti.

Misafirlerden yaşlı bir hanımefendi gülümseyerek:

- Bir şey değil, lodosun tesiri olacak. Ah, bu zamanın asabi, nazik küçükhanımları. Bir parça hava değişmesiyle gül gibi sararıp soluyorlar, dedi.

Hepsi beni, meşakkate tahammülü olmayan bir küçükha-nım, nazik, hasta bir kız sanıyorlardı.

Ben, onları başımla tasdik ediyor, böyle zannettikleri için adeta minnettar oluyordum.

Onlara yalan söylemiştim.

Bu hafif baygınlığın sebebi başkaydı. Çalıkuşu, o gün, ömründe ilk defa aç kalmıştı.

Karşıyaka, 11 Ekim

Bugün Ferhunde ile Sabahat'in yine izmir'den misafirleri gelmişti. On beş ile yirmi yaş arasında dört küçükhanım. Öğleden sonra bir deniz gezintisi yapacak, sandalla Bayraklı'ya gi-dip gelecektik. Fakat tam sokağa çıkacağımız vakit, aksi gibi yağmur başladı. Arkamızda çarşaflarımızla, mahzun mahzun salona döndük. Küçükhanımlar bir parça piyano çaldılar, biraz dedikodu yaptılar. Sonra, birer birer köşelere çekilerek gizli gizli konuştular. Böyle baş başa gıdıklanmış gibi gülüşerek ne konuşalacağı malum.

Sabahat, çok tatlı, çok şeytan bir kız. Misafirlerini eğlendirmek için, güzel maskaralıklar icat etti. Bir etajerin üstünde aile, ahbap fotoğraflarıyla dolu albümler vardı. Bunlardan bir tanesini çekerek masanın başına geçti, arkadaşlarını etrafına toplayıp onlara fotoğraf göstermeye başladı. İşin zevki fotoğraflarda değil, Sabahat'in onlar için söylediği sözlerdeydi. Her birisiyle öyle eğleniyor, hayatları, tabiatları için öyle tuhaf şeyler söylüyordu ki, gülmekten bayılıyorduk. Mesela, göğsü nişanlarla dolu, heybetli bir paşa, dünyaya emredecek gibi görünen bu koca sakallı adam, karısından süpürge ile dayak yermiş.

Akrabalarından kerliferli bir hanımefendi, fakat dışırlıklı olduğu belli, bir gün vapurdan Kokaryalı iskelesine çıkarken kaza ile denize düşmüş, memleketinin şivesiyle: "Tatlı canlarım gidiyor, kurtarın!" diye bağırmış.