ihtimal, biraz açık giyinmesini hoş görmüyorlar, yahut da kıskanıyorlar, ne bileyim?

Nazmiye'nin bir yüzbaşı nişanlısı varmış. Çok iyi bir çocukmuş. Fakat bu nişanlının ailesi şimdilik evlenmelerine rıza göstermediğinden, münasebetlerini gizli tutuyorlar. Nazmiye, bunu bana, bir sır gibi söyledi, kimseye söylemememi tembih etti.

Dün evde, can sıkıntısından bunalacağım bir dakikada Nazmiye geldi:

- Feride Hanım sizi almaya geldim. Bu gece Feridun'un teyzesine davetliyim. Subaşı'ndaki bağında ziyafet veriyor. Sizi tanımadığı halde gözlerinizden öptü. Mahsus rica etti.

Nazmiye, gözlerinin sitemli bir bakışıyla:

- Nişanlımın teyzesi niçin senin yabancın olsun? Hem başka bir fikrim daha var, sana nişanlımı göstereceğim. Zannediyorum ki, zevkimi takdir edeceksin. Sen gitmezsen vallahi ben de gitmem.

Ben gitmemek için birçok bahaneler gösteriyordum.

Fakat hepsine cevap buldu. Zaten benim bahanelerim de çocukça şeylerdi ki, yukarıda da söyledim ya, Nazmiye, çok şeytan bir kız! İnsanın altçenesinden girip, üstçenesinden çıkıyor.

O kadar dil döktü, o kadar yalvardı ki, dayanamadım, arzusunu kabul ettim.

Yalnız, bir şey dikkatimi celp etmişti. Munise'yi giydirmek isteğim vakit Nazmiye, hafifçe kaşlarını çatmış:

- Küçüğü de götürecek misin? demişti.

- Tabii, Munise'yi nasıl evde yalnız bırakayım? Bir mani mi var? diye sordum.

- Hayır, ne mani olacak? Daha iyi. Bazen onu evde bırakıyorsun da...

- Evet, fakat şimdiye kadar gece yatısına gitmedim ki.

Ben, artık pek gözü kapalı bir kız sayılmazdım. İki seneden beri dışarılardan çok şeyler görmüş, çok şeyler işitmiştim. Ne oldu, nasıl bir gaflet dakikama geldi de Nazmiye'nin bu sözleri beni şüpheye düşürmedi? Bir türlü bunu anlamıyordum.

İhtimal, can sıkıntısı, açık hava ihtiyacı beni iyiden iyiye bunaltmıştı.

Küçük bir talika arabası bizi derenin öbür kıyısına geçirdi. Bahçeler arasında, yapraklarla örtülü ince yollardan birisine girerek yarım saat, üç çeyrek uzakta bir bağa götürdü. Buraları ne tenha, fakat ne güzel yerlerdi. Yolda bir sürüye tesadüf ettik. İhtiyar bir çoban, bir bostan kuyusunun tahta tulumbasını çekerek taş bir yalakta koyunlarını suluyordu. İnce boy-nuzlarıyla yalağın başında birbirlerini iten keçi yavruları Munise ile bana Mazlum'u hatırlattı, merakımızı kaldırdı.

Gözlerimizde yaşlarla arabadan atladık, bir keçi yavurusu yakalayarak uzun kulaklarını, sular damlayan ince çenesini öptük. Bir aralık çobandan onu satın almayı düşündüm. Fakat neye yarar? Mademki yakında yine bırakıp gideceğiz. Derdimiz eksik gibi niçin başımıza yeni bir sevda satın almalı?

Gittiğimiz köşk; ucu bucağı görünmeyen bir bağın orta-sında eski bir bina idi. Etrafını yüksek çardakların yeşilliği sarmıştı.

Feridun Bey'in teyzesi, yaşlı, şişman bir kadın. Elbisesini, süsünü doğrusu gözüm tutmadı, ihtiyar bir kadına bu kadar fantezi yakışmaz. Saçları sarıya boyalı, şakağında laden, yüzünde tekerlek allıklar, hasılı acayip bir şey!

Bu kadın, bizi üst katta bir odaya aldı, çarşafımı çıkardı. Sonra, fazla bir teklifsizlikle koklar gibi yanaklarımı öperek:

- Görüştüğümüze memnun oldum, elmas kızım. Gülbeşeker de ne Gülbeşeker! Sahiden insanın yiyeceği geliyor. Yanıp tutuştukları kadar varmış, dedi.

Fena halde bozuldum. Fakat renk vermemek lâzım. Ne söylediğini bilmeyen bazı münasebetsizler vardır ya, onlardan olacak.

Bir odada epeyce zaman beni Munise ile yalnız bıraktılar. Güneş batmıştı. Çardığı örten sık yaprak kümeleri içinde akşamın pembe yaldızı yavaş yavaş sönüyordu. Küçükle şakalaşarak kendimi oyalamaya çalışıyordum. Fakat, yüreğime gizli bir kurt düşmüştü, içim içime sığmıyordu.

Bahçeden karışık, kadın erkek sesleri, kahkahalar, hafif hafif çığlıklar geliyor, bozuk bir kemanın akort edildiği işitiliyordu.

Pencereden başımı uzatım. Sık asma yaprakları arasında hiçbir şey seçmek mümkün değildi.

Nihayet, merdivenden doğru, gürültü ve ayak sesleri gelmeye başladı. Kapı açıldı. Ev sahibi hanım, elinde kocaman bir lamba ile içeri girdi.

- Elmas kızım, seni ihmal ettim ama, mahsus karanlıkta bıraktım. Güneş batarken bu bahçelerin güzelliğine doyum olmaz.

İhtiyar kadın, lambanın fitilini düzelterek, mehtap gecelerinde bu bahçenin cennet gibi olduğunu anlatırken Nazmiye girdi. Kapının dışında gözüme uzun boylu iki zabit üniforması ilişti. Başım açıktı, gayri ihtiyari çekindim. Kolumla saçlarımı kapamak istedim.

Nazmiye gülüyor:

- Cicim, sen ne kadar dışarlıklı olmuşsun? Herhalde nişanlımdan kaçacak değilsin, çek kolunu, ayıp vallahi! diyordu. Hakkı vardı, fazla kaçınmak için sebep yoktu.

Zabitler, biraz tereddütle odaya girmişlerdi. Nazmiye onlardan birini takdim etti:

- Feridun Bey, nişanlım, Feride Hanım, arkadaşım. Talihime iki sevdiğimin isimleri de birbirine yakın düştü.

Küçüklüğümde büyükannem acayip bir kibrit kutusu alırdı. Bunların üstünde burma bıyıklı, çarpık omuzlu, kıvırcık saçlıların bir filozası gözünün üstüne kadar inen bir panayır palikaryası resmi vardı. İşte bu Feridun Bey, tıpkı kibrit kutularının birinden fırlamış gibiydi. Elimi, teklifsizce sert avucunun içine aldı, sallaya sallaya.sarsa sarsa sıkarak:

- Efendim, teşekkür ve minnettarlığımızı sunarız, âlemimize şeref verdiniz, sağ olun, dedi. Sonra da arkasında duran zabiti takdim etti.

- Müsaade ederseniz kulunuz da candan bir arkadaşı, bir velinimeti takdim etsin: Binbaşı Burhanettin Bey. Binbaşı ama bildiğiniz binbaşılardan değil, meşhur Solakzadelerin küçük mahdumu...

Solakzadelerin bu küçük beyi hemen kırk beşi aşkın bir zattı. Saçlarıyla bıyıklarının bir kısmı ağarmıştı. Bir kibar evladı olduğu halinden belliydi. Giyinişi, duruşu, söz söyleyişi Feridun'dan büsbütün başka idi. Çehresi ve beyaz saçları, arkadaşının bana verdiği korku ile karışık fena tesiri hemen hemen izale eti. içime biraz emniyet gelir gibi oldu.

Burhanettin Bey, kolay ve seri söz söylüyordu. Nazik bir baş işaretiyle uzaktan selam verdi, hafifçe eğilerek:

- Burhanettin bendeniz. Efendim, peder merhum emlaki içinde en ziyade bu bağı severdi. "Burası uğurludur, bana ne kadar saadet geldiyse bu bağdan geldi!" demeyi mutat edinmişti. Tenezzülen teşrif ettiğinizi öğrenince, merhumun bu sözlerini tam bir keramet gibi tesdik ettim.

Bu, hesapça bir kompliman olacaktı. Fakat bu Burhanet-tin Bey'in ne alakası vardı?

Hayretle Nazmiye'nin yüzüne bakarak cevap bekledim. Fakat, o, bana bakmıyor, gözlerini gözlerimden kaçırmakta inat ediyordu. Bu dakikaya kadar bağ sahibi sandığım hanım, Munise'yi elinden tutarak dışarı götürmüştü.

Yarım saatten ziyade bir zaman bu odada beraber oturduk. Şuradan, buradan konuşuyorduk. Daha doğrusu konuşuyorlardı. Çünkü bende konuşmaya değil, söylenen sözleri bile anlamaya mecal kalmamıştı. Demir bir pençe kalbimi sıkıyor, nefesimi daraltıyordu. Zihnim durmuştu. Hiçbir şey düşünmüyor, hiçbir şey duymuyor, yuvasında tecavüze uğramış bir hayvan yavrusunun idraksiz korkusuyla köşeme büzülüyor, küçülüyordum.

Aşağıda bir keman taksimi yaptılar, bunu bir gazel, daha sonra kalınlı, inceli birçok seslerin söylediği şarkılar takip etti.

Bir kanepede yan yana oturan Nazmiye ile nişanlısı, gittikçe daha ziyade birbirlerine sokuluyorlardı. Yavaş yavaş onlara arkamı çevirdim. Bunlar çok adi ruhlu insanlardı, iki yabancının önünde, sinemadaki o çirkin aşk sahnelerinden birini oynar gibi çekinmeden, utanmadan baş başa... Evet, bunlar çok adi ve fena insanlardı.

Biraz evvel şişman hanım, masanın üstüne şişeler, tabaklarla dolu bir tepsi bırakmıştı. Burhanettin Bey, elleri cebinde, odanın içinde dolaşıyor, ara sıra bize arkasını çevirerek bu masanın önünde duruyordu.

Bu gezinmelerden birinde binbaşının önümde durduğunu, hafifçe eğildiğini gördüm:

- Inayeten kabul buyurmaz mısınız, küçükhanım?

Hayretle gözlerimi kaldırdım. Elindeki küçük bir kadehin içinde yakut kırmızı bir içki parlıyordu. Başımla reddettim. Gayet yavaş:

- istemem, dedim.

O, daha ziyade eğildi, sıcak nefesi yüzüme dokunarak:

- Zararlı bir şey değil, küçükhanım. Dünyanın en nazik ve masum bir likörü. Değil mi, Nazmiye Hanım? Nazmiye, ona başıyla işaret etti:

- Israr etmeyiniz Burhanettin Bey, Feride, burada kendi evinde sayılır. Nasıl isterse öyle yapsın.

Burhanettin Bey, ağarmaya başlamış saçları, munis ve kibar çehresi bu dakikaya kadar bana müphem bir emniyet vermişti. Neydi bu başıma gelen şey Yarabbi? Kendimi nasıl kurtaracaktım?

Odadaki ışıklar yavaş yavaş sönüyor, gözlerime çöken bu karanlığın içinde kıvılcımlar uçuşuyordu. Çalgı sesi kulağıma uzak bir denizin uğultusu gibi geliyordu:

- Elmas kızım yemek vakti geldi, sofrada birkaç misafirimiz var, sizi bekliyorlar.

Bu sözleri o şişman kadın söylemişti. Biraz kendimi toplar gibi oldum:

- Teşekkür ederim, rahatsızım, beni burada bırakınız, diyebildim.

Bu sefer, Nazmiye yanıma yaklaştı:

- Ferideciğim, vallahi yabancı değil, Feridun'la, Burhan Bey'in iki arkadaşı, sonra, onlardan bazılarının nişanlıları, zevceleri, öyle ya zevceleri, gelmezsen çok ayıp olur. Mahsus senin için geldiler.

Bileklerimi Nazmiye'nin elinden kurtarmaya çalışıyor, koltuğun kenarlarına tutunarak köşeme büzülüyordum. Söz söylemek mümkün değildi. Dişlerimi sıkmasam, onların birbirine çarpacağını hissediyordum.

Burhanettin Bey:

- Misafirimiz ne emreder, nasıl isterse öyle hareket et-mek borcumuz. Siz misafirlerin yanına ininiz. Feride Hanım'ın biraz rahatsız olduğunu söyleyiniz. Binnaz Hanım, siz de bizim yiyeceğimizi buraya getiriniz. Misafirimi yalnız bırakmamak benim vazifem.

Bu dakikada çıldırıyordum. Bu odada, Burhanettin Bey'le yalnız kalmak, beraber yemek yemek!