Yüksek meclislere ait bir kabul etiketini münakaşa ederken söz bulmakta aciz kaldı: "Mamafih, ben birçok yüksek meclislere girdim, çıktım, gözümle gördüm!" diye beni mat etmek istedi. O vakit, mağrur bir istihfafla yüzüne baktım, gülümseyerek:

- Evet, ama, yalnız girip çıkmak kâfi değil, insanın o muhitte kendi tabii hayatını yaşaması lâzımdır, dedim.

Bu pek terbiyeli olmadığını itiraf ettiğim hücumum üzerine kadıncağızı hafakanlar boğuyordu. Minimini paşazadelerden biri, ders saati geldiğini bahene ederek alelacele yanımızdan çıktı.

Hanımlar, kuzu gibi olmuşlardı. Bu çirkin süs ve gurur maskelerini attıktan sonra ruhlarının asıl çehresini gösterdiler. Hakikaten fena insanlar değildiler. O vakit, ben de yavaş yavaş halimi bilen, ehemmiyetsizliğini takdir eden mazlum, sakin, iptidaiye muallimesi mevkiine indim.

Hanımefendi ve küçükhanımlar sık sık gelmemi samimiyetle rica ediyorlardı. "Ara sıra taciz ederim, fakat her zaman nasıl olur, ne söylerler? Sık sık geldiğimi görürlerse mutlaka sizden bir şey beklediğim fikrine düşerler" dedim.

Hanımefendi, kim olduğumu merak ediyor, mutlaka beni söyletmek istiyordu.

- iyice bir ailenin fakir düşmüş bir kızı, dedim.

- Hanım kızım, siz bu güzelliğinizle, bu meziyetinizle pek iyi bir yere gelin olabilirdiniz.

- Belki, hanımefendi, beni de isteyecek zararsız bir adam olabilirdi. Fakat, ben kendi alnımın teriyle kendimi ge-çindirmeyi daha iyi buldum. Çalışmak ayıp değil, dedim.

- Sizi iyice bir ailenin iyice bir çocuğu için isteseler ne dersiniz?

- Tabii, kazandığım bu şeref için teşekkür ederim, fakat zannederim ki kabul etmem.

Asıl maksatlarını biraz sonra anladım. Meğer bugün sadece azamet satmak, saltanatlarıyla gözlerimi kamaştırmak için, bu konağa çağrılmamışım!

Paşa'nın büyük kızı bana bahçeyi göstermek istemişti. Bahçeleri de, tıpkı salonlarına benziyordu. Bin bir çeşit çiçek, ot, fidan saksı ile sözüm ona yabana süslenmiş, daha doğrusu döşenmiş, tefriş edilmiş olan bu bahçede dolaşırken, üçer beşer senelik sekiz on bodur çamdan ibaret yapma bir orman-cıkta...

Fakat bunu anlatabilmek için on iki gün evvelki bir vakaya dönmeye mecburum.

Mektebimizin teneffüs bahçesine bitişik koca bir bağ var. Çocuklar, aradaki çit duvarı söktükleri için iki bahçe hemen hemen bir gibi. Bir zamandan beri o bağda üç, dört fakir işçi, başlarında kırmızı mendillerle çapa çapalıyorlardı. Teneffüs saatlerinde yanlarına gidiyor, biçarelerin kan ter içinde çalıştıklarını seyrediyordum. O bahsettiğim gün, bunların arasında genç bir ameleye dikkat etmiştim. O da onlar gibi giyinmişti, fakat simasında, halinde bir başkalık fark ediliyordu. Mesela; yüzünün esmer cildinde renkli bir şeffaflık, gözlerinde başka bir parıltı vardı. Hele elleri, kadın elleri kadar nazik ve küçüktü. Öteki işçiler gibi yaşlı başlı olmadığı için yanına yalaşamı-yordum. Fakat o, benim yanıma gelmeye cesaret etti. Sıcaktan çok susadığını, mektep çocuklarından birinden kendisi için su istememi söyledi.

Horozdan kaçan insanlardan dünyada hoşlanmam. Onun için çekinmedim. Hatta bir mektep hocası olduğumu düşünerek: "Peki oğlum, biraz bekle, söyleyeyim!" dedim.

Kendi kendime: "Bu, mutlaka sonradan düşmüş bir asilzade filan olacak!" diye düşündüm. Bu işçi, hem utangaç hem cesurdu. Konuşurken kelimelerini şaşıracak kadar sıkılıyordu. Fakat bir taraftan da mütemadiyen sualler, hem de münasebetsiz sualler soruyordu:

Buraya yeni gelmiş, ucuzluk var mıymış, kış nasıl olurmuş, armudu, elması bol muymuş?

O, suyu içerken ben, gülümsüyor: "Anlaşılan biçarenin aklında bir noksan var!" diyordum. Paşa'nın bahçesindeki çam ormanı taklidinde, maskara edilnıiş bir biçare ağaçlar içinde gördüğüm şeyin, beni ne kadar mütehayyir etiğini anlatmak için bu kadar tafsilat kâfi.

Evet, bu ağaçlar içinde yine o fakir işçi ile karşı karşıya geliyordum. Fakat bu sefer büsbütün başka bir kıyafetle. O, başındaki alabros saçlara varıncaya kadar kılıcı, düğmeleri, nişanlan, yakası, yüzü, dişleri, hasılı her şeyi pırıl pırıl parlayan bir erkânıharp yüzbaşısı idi. Fotoğraf çektirir gibi, iki çam ağacının arasında; başı yüksek, vücudu dik, parmakları birbirine yapışmış duruyordu, ince bıyıklarının altında, yarı açık dudaklarının içinde dişleri, cüretkâr gözleri parlıyordu. Hülasa, öyle bir duruş, öyle bir kıyafet ki, insan beyaz eldivenleriyle kılıcını çekerek: "Hazır ol!" kumandasını vermesini bekliyor.

Mamafih, bir saniyede anladım ki, zabite "hazır ol" kumandasını başkaları vermiş.

Nerime Hanım, (Paşanın büyük kızı):

- A! ihsan, sen burada miydin? Nereden çıktın ayol? diye hayret etti.

Fakat biçare kadıncağız, rolünü o kadar acemice oynuyor ki: "A! ihsan, sen nereden çıktın?" diye hayret ederken sesine: "Vah vah! Yalan söylediğimiz ne kadar da belli oluyor!" der gibi bir ahenk geliyor.

Evet, bu gülünç "operakomik" dekoru içinde gülünç bir komedya oynayacaktık, niçin? Bunu daha sonra anlayacağım. Şimdilik hiçbir şey sezdirmemek, sakin ve cesur olmak lâzım.

Herhalde, bu paşalar, sürpriz yapmasını çok seven insanlar. Fakat benim de, bugün inatçılığım üstümde. Ne yaparlarsa yapsınlar, şaşırmış görünmeyeceğim. Galiba, benim utanmamı, kaçınmamı bekliyorlar hiç vakar ve sükûnumu bozmadım.

Nerime Hanım dedi ki:

- Feride Hanımefendi, siz de bizim gibi istanbullusunuz. Amcazade ve süt kardeşim Ihsan'ı size takdim etmemde bir mahzur görmezsiniz, değil mi?

Ben, hiç fütursuz:

- Bilâkis, çok memnun olurum efendim, dedim. Sonra, onun söz söylemesine meydan vermeden kendimi takdim ettim:

- Feride Nizamettin. Maarif ordusunun küçük zabitlerinden...

Genç zabit, o güzel ve cüretkâr sükûnunu muhafaza edemedi. Hakkı da yok mu ya? Küçük iptidaiye hocası birkaç gün evvel amele kıyafetinde gördüğü bir şahsı, bugün güneş gibi parlak, peri masalı şehzadeleri gibi güzel ve muhteşem görür de heyecanından bayılmaz; bu, akla sığar şey mi?

Evet, bilâkis, o şaşırdı. Bize mektepte, ehemmiyetli bir şeymiş gibi senelerce özene bezene talim ettikleri o mahut; "Selam merasimi"ni pek iyi bilmiyordu. Galiba, bir asker temennası için kaldırdığı elini yarı yolda tekrar indirdi, elimi tutmayı tercih etti. Fakat, bu defa da elimdeki eldiveni gördü. Bu biçare eldivenden, birdenbire ateş almış gibi öyle bir dehşetle elini çekmesi vardı ki...

Üç, beş dakika kadar hiç fütursuz konuştum. Göz göze geldikçe zavallı delikanlı, besbelli amele kıyafetiyle benden su istediğini hatırlıyor, muhcubane gözlerini indiriyordu. Fakat ben, hiç oralı olmuyor, onu ilk defa görmüş gibi konuşuyordum.

Biraz sonra Nerime Hanım'la içeri giriyoduk. Kadıncağız, tereddütle bana baktı ve dedi ki:

- Feride Hanım, tabii Ihsan'ı tanıdınız. Mektepteki vakayı, demek o da biliyordu. Sadece:

- Evet, dedim.

- Belki aklınıza bir şey gelir. Size işin doğrusunu söyleyeyim efendim, ihsan, arkadaşlarıyla bahse girmiş. Gençlik bu ya efedim, olur şeyler.

Hayretle dudaklarımı bükmekten kendimi alamadım:

- Ne münasebet efendim?

Nerime Hanım, kızarıyor, mahcubiyetini saklamak için gülüyordu:

- Efendim, zabitlerden bazıları size mektepten gelirken tesadüf etmişler, pek güzel olduğunuzu söylemişler. Biz istanbulluyuz, tabii buralılar gibi bunu bir hakaret saymayız değil mi, güzelim? ihsan, bahse girmiş: "Mutlaka bir çaresini bulur, bu Muallime Hanım'la görüşürüm." demiş. O gün, üşenmeden amelelerden birinin elbisesini giyinmiş, bahsi kazanmış. Tuhaf değil mi?

Ben, cevap vermedim. Zavallı Nerime Hanım, sözlerinin yaptığı soğuk tesiri pek iyi anlıyordu.

Bugünkü garip komedyanın son perdesini tekrar yukarı salonda oynadık, ihsan Bey'le görüştüğüm haberi, bizden çok evvel yukarı gelmişti. Bütün simalar bunu gösteriyordu.

Büyük Hanımefendi'nin gizli bir işareti üzerine solandaki-ler dışarı çıktılar. Yalnız Nerime Hanım kaldı.

Hanımefendi biraz tereddütten sonra söze başladı:

- Ihsan'ı nasıl buldunuz, hanım kızım? Ben, yine gayet sade:

- Çok iyi bir genç görünüyor, hanımefendi. O:

- Yüzü de güzeldir, tahsili de iyidir: Terfian Beyrut'a tayin edildi.

- Ne kadar iyi! Hakikaten güzel, sevimli bir genç. Malumatı da, dediğiniz gibi mükemmel görünüyor.

Ana kız, birbirinin yüzüne baktılar. Bu sözlerime hem hayret ediyorlar, hem memnun oluyorlardı.

- Allah senden razı olsun, kızım! işimizi kolaylaştırdın dedi. Ben Ihsan'ın sütannesiyim, evlat gibi elimde büyüttüm. Feride Hanım kızım, genç kızlarla doğrudan doğruya konuşmak olmaz ama, maşallah, siz akıllı uslusunuz. Sizi Allah'ın emriyle İhsan'a istiyorum. Sizi pek beğenmiş. Mademki siz de onu beğendiniz inşallah mesut olursunuz. Bir ay izin alırız, düğününüzü burada yaparız, olmaz mı? Sonra beraber Beyrut'a gidersiniz.

işin buraya geleceğini daha evvelden hissetmiştim. Hakikaten gülünecek bir vakaydı. Fakat, bilmem neden, yabancı memlekette kocaya istenilmek bana bu dakikada garip bir mahzunluk veriyordu. Mamafih, neşem gibi hüznümden de renk vermedim:

- Hanımefendi, bu cariyeniz için büyük şeref. Size de, ihsan Bey'e de bütün kalbimle teşekkür ederim. Fakat mümkün değil, dedim.

Büyük Hanım, birdenbire şaşırdı:

- Niçin kızım? Biraz evvel onu beğendiğinizi, güzel bulduğunuzu söylediniz ya! Gülerek cevap verdim:

- Hanımefendi, yine tekrar ediyorum ki, ihsan Bey, güzel ve değerli bir genç, fakat aramızda bir izdivaç ihtimalini aklımdan, yahut kalbimden geçirmiş olsaydım, bu meziyetlerini açıktan açığa söyleyebilir miydim efendim? Bu, bir genç kız için biraz fazla serbestlik olmaz mıydı?

Ana kız, tekrar birbirlerine baktılar, küçük bir sükût hüküm sürdü. Sonra, Nerime Hanım, ellerimi tuttu:

- Feride Hanım! Herhalde kati cevabınız bu olmayacak, çünkü ihsan, çok müteessir olacak.