Erik ağacı kafeslerin tam karşısındaydı. Kuşlar, boncuk gibi parlıyor, gözlerini güneşe dikerek ötüşüyorlardı. Ben, ıslık çalarak onları taklit ediyor, ince bir dalın üstünde, salıncakta gibi sallanıyordum. Bir aralık yanımdaki evin penceresine gözüm ilişti. Bir de ne göreyim? Komşu alay imamı Hafız Kurban Efendi, ablak yüzünde iki cami kandili gibi parlayan yuvarlak çipil gözleriyle bana bakmıyor mu?! Ne olduğumu anlatamam. Kılığım, kıyafetim bir şeye benzese neyse. Fakat ayaklarım çıplak, arkamda açık bir beyaz gömlek, ilk hareketim, arkama dökülen ağır saç kümesine sarınarak onu boynuma, göğsüme dağıtmak oldu. Sonra kendimi bir yük gibi ağaçtan aşağı attım. Bereket versin, dal yüksek değildi. Kulağıma: "Aman, eyvah!"

diye bir ses geldi. Düşen, biraz da canı yanan bendim. Fakat, bağıran komşum Hafız Kurban Efendi'ydi.

ismini gülmeden söyleyemediğim bu Hafız Kurban Efendi, elli yaşlarında bir alay imamıdır. Çok zengin olduğunu söyle-yorlar. Karısı pek taze, otuz yaşına bile gelmemiş, güzel, kara gözlü, filiz gibi bir Çerkez kızı. Aramız pek iyidir. Bugün Muni-se'yi gezmeye götüren de odur. Çocuğu olmadığı için benim küçük yaramazı o da, kendi kızı gibi seviyor. Fakat, bugünkü vaka neşemi kaçırdı. Alay imamından çok utandım, kim bilir, ne kadar ayıplamıştır? Şimdi bu satırları yazarken utancımdan yüzümü ateş basıyor, kıpkırmızı olduğumu hissediyorum. Of, Yarabbi! Mektep hocası da oldum, hâlâ deliliği bırakamıyorum. Tevekkeli B.'deki Müdür Recef Efendi bana: "Allah geçinden versin, hanı ölüp de mezara girsen, talkın veren imamı güldüreceksin!" demezdi.

Bugünkü programımın öğleden sonraki kısmı, geldim geleli çantamda duran defterime son altı ayın vakalarını yazmaktı. Boğaz ile beraber sahildeki istihkâmların bir kısmını gören penceremin önüne geçtim. Ben, bu eve zaten yalnız bu pencereyi sevdiğim için geldim. Yoksa tamah edilecek hiçbir şeyi yok.

B.'den kaçmak için ilk teklif ettikleri yeri kabul etmiş, ne burayı sevip sevmeyeceğimi düşünmüş, ne de aylığımın azlığına ehemmiyet vermiştim.

Fakat, talihime gayet iyi bir yer çıktı. Sakin, şirin bir asker memleketi. Yerli olsun, yabancı olsun, kimin babasını, kardeşini, oğlunu, kocasını sorarsanız mutlaka askerdi; ya zabit,ya nefer... Hocalarının bile bir kısmı tabur imamı, alay müftüsü, filan gibi askerlikte bir ilişiği olan insanlar. Komşum Kurban Efen-di'nin, sarığıyla beraber ara sıra üniforma giydiği, kılıç taktığı bile oluyor.

Ç.'nın kadınları pek hoşuma gidiyor. Vefakâr, çalışkan, hayatlarından memnun, munis ve sade insanlar Çalışmak gibi eğlenceyi de çok seviyorlar. Hafta geçmez ki bir düğün olma-sın. Bir düğün, türlü türlü isimde kına geceleriyle tam bir hafta sürüyor. Demek ki onlar hemen her gece eğleniyorlar.

Evvela, buna nasıl para dayandırıyorlar, diye şaşıyordum. Fakat sonradan sırrını anladım.

Mesela, bir kadın, ağır gelinlik elbisesini on sene, yirmi sene, her düğüne giyiyor, onu yine, tertemiz, kendi kızına giydiriyor. Eğlenceleri çok sade. Çalgıları, armonika çalan bir ihtiyar ermeni kadını ki, küçük bir kurnaş parçası, birkaç para ile memnun oluyor.

Evet, sade eğlenceler. Fakat değil mi ki memnun oluyorlar, pekâlâ Keşke ben de onların içinde doğsaydım, keşke ben de bir gün parmaklarımda, avuçlarımın içinde hurma gibi kınalarla... Her neyse başka bahse geçelim.

Komşularım, beni birdenbire sevdiler. Yalnız, aralarına karışmadığıma, bu eğlencelerden zevk almadığıma darılıyor-lardı. Kibirli sanmasınlar diye onlara kul, köle oldum, mektepteki kızları gibi kendilerinden de elimden gelen nezaketi, yardımı esirgemedim

Burada en sevdiğim bir yer de: "Söğütlük" dedikleri dere kenarı. Kalabalık günlerde pek cesaret edemiyorum Fakat bazı tenha akşamüstleri, mektepten dönerken Munise ile oraya uğruyoruz. Söğütlük, adeta bir söğüt ve çınar ormanı. Kim bilir, kaç yüz senelik? Çınarların aşağı kısımlarındaki dalları kesmişler, yalnız gövdeleriyle tepelerindeki dalları ve yapraklan kalmış Akşam gölgesinin çökmeye başladığı saatlerde insan, oraya giderse, ucu bucağı bulunmaz bir viran kubbenin altına girmiş gibi oluyor. Yandan vuran son güneş ışıkları bu yüksek, harap çınar gövdelerim göz alabildiğine uzanıp giden kırık sütunlara benzetiyor. Derenin öbür kıyısında etrafları çitlerle çevrilmiş, sıra sıra bahçeler, o bahçelerin arasında gölgelere boğulmuş incecik yollar var. Karşıdan bu yollara bakarken bana öyle geliyor ki, onlar insanı, bildiğimiz dünyadan başka yerlere götürecek, en umulmaz emellere kavuşturacak.

Memleketin zenginleri, Hastalar Tepesi isminde bir yerde oturuyorlar, ismi fena ama kendi en şen, en mesut insanların yeri. Geldiğim vakit, bana orada güzel bir ev göstermişlerdi. Fakat cesaret edememiştim. Şimdi B.'deki kadar zengin değildim. Daha fakirane yaşamaya, daha küçük bir evde oturmaya mecburum. Mamafih, şimdiki evim de pek fena yerde değil. Meydanlığı, kahvesi, dükkânlarıyla kasabanın pek işlek bir yerinde. Mesela sabahleyin Söğütlük'e giden bütün Ç... halkı önümüzden geçti. Şimdi, vakit daha erken olmakla beraber, dönüş başladı. Biraz evvel Söğütlük'ten bir zabit kafilesi dönüyordu. Acele acele karşıdan gelen bir mülazımle konuşmak için durdular. Mülazım:

- Niçin böyle erken dönüyorsun? Ben daha yeni gidiyorum. Şimdi nöbetten çıktım, dedi.

Ceketinin önü daima açık duran şişman, yaşlı bir kolağası -ki her zaman tesadüf ederim- cevap verdi:

- Dön, zahmet etme. Söğütlük'ün tadı yok bugün. O kadar batandık. Gülbeşeker yok!

Bu şehrin askerleri galiba gülbeşekeri çok seviyorlar. Çocuğunun, büyüğünün ağzında bir gülbeşekerdir gidiyor. Anlaşılan bu, bir nevi gül tatlısı olacak. Fakat Hıdrellez günü mesirede gülbeşeker aramak, onu bulamadığı için meyus olmak, pek çocuklara yakışır bir şey!

Evet, bu gülbeşeker sözü çocuk, büyük bütün erkeklerin ağzında, kaç defa sokakta kulağımla işittim.

Mesela, bir akşamüstü mektepten dönüyordum. Önümde fakir kıyafetli birkaç genç gidiyordu. Bunlardan birine bilmem ne ikram etmek istediler. O, reddeddiyor:

- Vallahi olmaz, şimdi yemek yedim. Yeşim değil, ne olsa yiyemem, diyordu. Bir başkası:

- Bir şey yiyemez misin? Gülbeşeker de olsa yemez misin? diye onu omuzundan sarstı.

Delikanlı, hemen yumuşadı, sırıta sınta:

- Bak, ona sözüm yok, diye cevap verdi.

Bazen kahvenin önünde oturan erkekler mahalleye su taşımakla geçinen fakir, tuhaf tuhaf konuşan, neşeli bir çocukla şakalaşıyorlar:

- E, Süleyman söyle bakalım, ne vakit senin düğünü yapıyoruz?

- Ne vakit isterseniz, ben alesta hazırım.

- Süleyman, sen bu fukaralıkla nasıl geçinisin?

- Kuru ekmeğimi gülbeşekere sürer yerim. Allah'tan belamı mı isteyeceğim?

Bu şakayı hemen her gün tekrar ediyorlar. Fakat, en tuhafı, bizim komşu Hafız Kurban Efendi, üç gün evvel kapının önünde Munise'yi yakaladı. Kızcağızın zorla yanaklarından öperek:

- Oh, mis gibi gülbeşeker kokuyor, dedi.

Sokakta Sögütlük'ten dönen kafileler çoğalmaya başlıyor, ince bir kahkaha. Munise'nin sesi. Munise geliyor. Yaramaz kızı dört saatte dört ay görmemiş gibi göreceğim geldi.

23 Nisan (iki saat sonra)

Gülbeşekerin ne olduğunu öğrendim. Munise, Söğütlük'te tesadüf ettiği birkaç muallimeye benim hasta olduğumu söylemiş, merak etmişler, dönüşte kapıdan uğrayarak hatırımı sormak istemişler.

Birkaç dakika içeri girmeleri için ısrar ettim. Bunlardan birine şaka olsun diye: "Bari gülbeşeker bulabildiniz mi? Sokaktan geçen zabitler bulamadıklarından şikâyet ediyorlardı!"

Arkadaşım gülerek cevap verdi:

- Pekâlâ biliyorsunuz ki, biz de ondan mahrum kaldık!...

- Niçin?

- Çünkü gelmediniz!

Şaşkın şaşkın yüzüne baktım, gülmeye çalışarak:

- Ne münasebet! dedim.

Mualimler, hep gülüyorlardı. Arkadaşım, şüpheli bir bakışla:

- Sahi bilmiyor musun? dedi

- Vallahi bilmiyorum.

- Zavallı Ferideceğim, sen ne kadar safsın! Gülbeşeker, Ç... erkeklerinin, bu güzel rengin için sana koydukları isim. Ben, şaşkınlıktan kekeleyerek:

- Nasıl, ben mi? Demek gülbeşeker dedikleri, o sokak delikanlılarının ekmeklerine sürüp yemekten bahsettikleri... Eyvahlar olsun! Utancımdan iki elimi yüzüme kapadım. Demek ben böyle kocaman bir kasabanın diline düşmüştüm, ne ayıp, Yarabbi!

Arkadaşım, zorla yüzümü açtı, yarı şaka, yarı sahi:

- Bundan şikâyet edilecek ne var? Bir kasabanın erkeklerini meşgul ediyorsunuz, bu saadet hangi kadına müyesser oldu? dedi.

Bu erkekler, sahi çok fena muhluklar. Bana burada da rahat vermiyorlar. Yarabbi, artık nasıl insan içine çıkacağım, komşularımın yüzüne nasıl bakacağım7

Ç.,., l Mayıs

Deminden beri yukarıda talebelerimin vazifelerini tashih ediyordum. Kapı çalındı, Munise aşağıdan:

- Abacığım, misafir geldi, diye seslendi.

Taşlıkta siyah çarşaflı bir hanım geziniyor; yüzü kapalı olduğu için tanımadım, tereddütle:

- Kimsiniz efendim? diye sordum.

Birdenbire ince bir kahkaha koptu; hanım, kedi gibi boynuma sıçradı. Meğerse Munise imiş. Yaramaz kız, beni belimden tutarak taşlığın içinde döndürüyor, küçük buselerle yanaklarımı, boynumu öpüyordu. Çarşaf ona, birdenbire yetişmiş bir genç kız hali vermişti. Küçüğüm, bu iki senenin içinde hayli serpilmiş, hemen bana yaklaşan ince boyu, günden güne çiçek gibi açılan güzelliğiyle nazlı, nazik bir küçükhanım olmuştu. Fakat insan, daima gözünün önünde duran şeylerdeki değişikliği fark edemiyor.

Onu bu halde gördüğüm vakit hesapça sevinmem lâzım gelirdi. Halbuki bilakis mahzun odum. Bunu Munise fark etti:

- Abacığım, ne oldu? Şaka yaptım. Seni sakın darıltmayayım? dedi.

Zavallı çocuğun, bir kabahat yapmış gibi dargın dargın yüzüne bakıyordum:

- Munise, dedim. Seni büsbütün alıkoymak mümkün değil. Çünkü görüyorum ki, durmayacaksın. Şimdiden düğünlerde gelin tellerini başına takarken için titriyor. Anlıyorum kızım, durmayacaksın, mutlaka gelin olmak isteyeceksin, beni yalnız bırakacaksın.