- Devam et yavrum, devam et, rica ederim, dedi.
Cevap vermedim. Orgun üzerine başımı daha ziyade eğerek gözlerimden akan yaşlar kuruyuncaya kadar çaldım. Sonra göğsümde tutuk nefeslerle yorgun, bitkin bir halde durdum.
- Sizde ne derin bir istidad-ı musiki, ne hassas bir kalp varmış Feride Hanım! Bir çocuk ruhunun bu engin hüznü nasıl bildiğine mütehayyirim.
Ben, lakayt görünmeye çalışarak cevap verdim:
- Bunlar, cantique denilen bir nevi ilahilerdir ki, esasen böyle yanık şeylerdir efendim. Hüzün bende değil, onlarda.
Yusuf Efendi, bu sözlerime inanmadı. Hafifçe başını sallayarak:
- Kendime bir üstad-ı sanat diyemem, fakat bir musiki-parçasındaki meziyetlerden hangisinin bestekâra, hangisinin musikişinasa ait olduğunu tefrikte yanılmam. Sesler gibi parmakların da bazı ihtizazları vardır ki, ancak bir hassas kalbin melalinden akar. Bu cantique dediğiniz ilahilerden bazılarının notasını bana ihsan edebilir misiniz?
- Bunlar kulaktan kapma şeyler efendim, notalarını ne bileyim.
- Beis yok. Bir gün, bir müsait vaktinizde siz orgda tekrar onları lütfederseniz, bendeniz de defterime zapt ederim. Geçenlerde vefat eden bir ihtiyar rahibin terekesinden bendeniz de bir org almıştım. Musiki aletlerine merakım var da efendim. Ben de hanede bir köşeye koydum. Bu parçaları çalmak isterim.
Konuşa konuşa salondan çıkmıştık. Ayrılacağımız vakit, Şeyh Efendi, bana bir vaatte bulundu:
- Samimi bir melal mahsulü olan bazı parçalarım var ki, kimseye çalmadım. Anlamayacaklarından emindim. Onları inşallah bir gün size çalarım, olmaz mı küçükhanım?
işte bu vaka, Şeyh Efendi ile olan ahbaplığımızı bir kat daha artırdı. Vaat ettiği parçaları daha dinlemedim, fakat pek güzel şeyler olacağını tahmin ediyordum. Çünkü bu hasta ve hassas Şeyh, alelade bir tahta parçasına dokunsa, onu feryada getirecek sanıyorum. Birkaç gün evvel çocuklardan biri satın almak istediği udu muayene ettirmeye getirmişti. Parmaklarının ucuyla tellere şöyle birkaç defa dokunacak olduydu, öyle sandım ki, bu ince parmaklarla uda değil, gönlümün içine dokunuyor.
B. Mayıs
Dün, büyük bir kabahat işledim: Meydana çıkacak diye yüreğim titriyor. Yaptığım şeyin iyi olmadığını biliyorum; fakat ne yapayım, içimden öyle geldi. Muallimler, haftada bir gece mektepte nöbetçi kalıyorlar. Dün gece sıra benimdi.
Akşam mütalaasında muavin Şehnaz Hanım'la beraber mektebi dolaşıyorduk. Sınıfların birindeki havagazı lambasının iyi yanmadığını görerek içeri girdik. Muavin, çok marifetli bir kadındı. Elinden her şey gelirdi. Ayağının altına bir sandalye çekerek lambayı muayene ediyordu. Kapıdan ihtiyar hademe kadın girdi. Elimde bir mektupla arka sıralarda oturan bir talebeye yaklaşmaya başladı.
Tam mektubu vereceği vakit muavin, birdenbire bulunduğu yerden:
- Dur, Ayşe Kadın! O ne? dedi.
- Hiç, Cemile Hanım için kapıcıya bir mektup bırakmışlar da.
- Onu bana getir. "Talebeye gelen mektupları evvela ben göreceğim," diye kaç kere size tembih ettim. Ne kafasız kadınsın!
Bu dakikada tuhaf bir şey oldu. Cemile, yerinden atlayarak hademenin elinden mektubu kapmıştı.
Muavin hiç sükûnetini bozmadan:
- Buraya gel, Cemile, dedi. Cemile, hareket etmiyordu.
- Buraya gelmeni söylüyorum Cemile, niçin itaat etmiyorsun?
Bu cılız, hastalıklı kadında öyle bir âmirane eda vardı ki, ben bile titredim. Sınıfa derin bir sükût çökmüştü, sinek uçsa işitilecekti.
Cemile, başını önüne eğerek ağır ağır yanımıza geldi. On altı, on yedi yaşlarında güzel bir genç kızdı. Daima arkadaşlarından kaçtığını, bahçede tenha köşelerde, düşüne düşüne dolaştığını görürdüm. Derslerinde de dalgın ve mahzundu.
Yüzünü yakından gördüğüm vakit, çocuğun büyük bir teessür içinde olduğunu anladım. Yüzünde bir damla kan kalmamıştı. Karşımızda başını eğerek dudakları saranyor, gözka-pakları hemen titriyor denecek suretle açılıp kapanıyordu:
- Cemile, o mektubu bana ver!
Muavin, hırçın bir sabırsızlıkla ayağını yere vurdu:
- Haydi, ne bekliyorsun?
- Niçin, Muavin Hanım, niçin?
Bu "niçin" sözünde, bu küçük kelimede meyus bir isyan vardı. Muavin, sert bir hareketle elini uzattı, kızın bileğini hırpalayarak mektubu kaptı.
- Haydi, şimdi yerine git!
Şehnaz Hanım, zarfın üzerine göz gezdirirken hafifçe kaşlarını çatıyordu. Fakat, çabucak kendini topladı. Derin sükûnete rağmen heyecan içinde olduğu hissedilen sınıfa hitap ile-
- Mektup, Cemile'nin Suriye'deki biraderinden... Yalnız hemen bana itaat etmediği için yarına kadar ona vermeyeceğim, dedi.
Talebeler, tekrar başlarını kitaplarının üzerine eğdiler. Muavin ile beraber dışarı çıkarken sınıfa bir göz gezdirdim. Arka sıralarda birkaç genç kız, baş başa vermiş, bir şeyler fısıl-daşıyorladı. Cemile'ye gelince, başını sıranın üstüne saklamış, omuzları hafif sarsıntılarla titriyordu. Koridora giderken muavine:
- Cezanız pek ağır oldu, dedim. Yarına kadar nasıl bekleyecek, kim bilir, ne kadar sabısızlık içindedir?
- Merak etme kızım. O, mektubu hiçbir zaman okuyamayacağını anladı.
- Nasıl, Muavine Hanım, kardeşinden gelen bu mektubu ona vermeyecek misiniz?
- Hayır, kızım.
- Niçin?
- Çünkü kardeşinden gelmiyor.
Muavin, sesini daha ziyade alçaltarak devam etti:
- Bu Cemile, epeyce zengin bir adamın kızıdır. Bu sene genç bir mülazımı sevdi. Babası, mümkün değil, razı olmuyor. Gerek evde, gerek mektepte bu kız, göz hapsindedir. Mülazımı Bandırma'ya gönderdiler. Biz, bu çocuğu yavaş yavaş tedaviye çalışıyoruz. Halbuki o, ikide birde biçarenin yarasını tazeliyor. Bu, üçüncü mektuptur ki elime geçti.
Konuşa konuşa muavinin odasına gitmiştik. Şehnaz Hanım hırçın bir hareketle bu mektubu buruşturdu, sobanın kapağını kaldırarak içine attı.
Vakit gece yarısına yaklaşıyordu. Ben hâlâ nöbetçi muallimler odasındaki yatağımda uyuyamıyordum. Nihayet, kararımı verdim. Koridorda dolaşan nöbetçi hademeyi bir bahane ile aşağı göndererek muavinin boş odasına girdim. Perdeleri açık kalmış bir pencereden odaya soluk bir mehtap aydınlığı vurmuştu. Bir gece hırsızı gibi titreyerek sobanın kapağını açtım. Yırtılmış, buruşturulmuş kâğıt yığınları içinde Cemi-le'nin zavallı mektubunu bulup çıkardım.
Nöbet gecelerimde herkes uyuduktan sonra boş koridorlarda, sessiz, karanlık yatakhanelerde dolaşmak çok hoşlandığım bir şeydi. Burada üstü açılmış bir küçük kızı örterim, ötede yatağında öksüren minimini bir hastanın yorganını düzeltirim, ateşli başına yavaşça elimi koyarım, daha ileride kumral bir saç kümesinin içinde bir genç kız uyuyordur, yarı açık ince dudaklarıyla hangi ümide gülümsediğini kendi kendime sorarım.
Bu birçok genç kızın uyuduğu loş, sessiz yatakhanelere ağır bir rüya bulutu çökmüş gibidir. Bu havayı dağıtmamak, biçareleri, er geç kaybedecekeri bu rüyadan uyandırmamak için ayaklarımın ucuna basa basa, yüreğim titreyerek yürürüm.
O gece, Cemile'nin karyolasını bulduğum vakit biçare, yeni uyumuştu. Bunu, kirpiklerinde daha kurumamış gözyaşı damlalarından anladım.
Yavaşça üzerine eğildim:
- Bahtiyar küçük kız, mektep önlüğünün cebinde sevdiğinden gelen mektubu bulduğun zaman, kim bilir, ne kadar sevineceksin? Bu kaybolmuş şeyi hangi görünmez gece perisinin oraya getirip bıraktığını kendi kendine soracaksın. Cemile, o, bir peri değil, sadece bir biçaredir, nefret ettiği insandan gelebilecek mektupları daima kalbinin bir parçasıyla beraber yakmaya mahkûm bir talihsiz...
B... 20Mayıs
Dün dersler kesildi. Üç güne kadar imtihanlara başlıyoruz. B.'deki bütün kız mektepleri bugün, şehirden bir saat uzakta, bir dere kenarında Mayıs Bayramı yaptılar. Ben, böyle kalabalık gezintilerden hoşlanmıyorum. Onun için gitmemeye, bugünü bahçemde geçirmeye niyet etmiştim. Fakat, kız mekteplerinin şarkılar söyleyerek geçtiğini gören Munise, sızıldanmaya başladı. Tam onun gönlünü etmeye çalışırken çat kapı çalındı. Baktım, muallim arkadaşlarımdan Vasfiye ile son sınıftan birkaç talebe. Vasfiye, mutlaka beni önüne katıp götürmek emriyle müdür tarafından gönderilmişti. Recep Efendi:
- Tövbe olsun, ben onun için hassaten kuzu doldurttum, helva yaptırdım. Ne rezalettir bu? Olmaz, efendim, olmaz, diye bar bar bağırıyormuş.
Talebelerime gelince, onlar da son sınıf namına ricaya geliyorlardı:
- Ipekböceği" benim yeni ismim. Çalıkuşu bitti. Şimdi "Ipekböceği" çıktı. Hem daha fenası, büyük talebelerim yüzüme karşı da böyle "Ipekböceği" demekten çekinmiyorlar. Vallahi, adeta izzetinefsime, muallimlik vakarıma dokunuyor. Hem bu isim yalnız mektepte kalsa yine şikâyet etmeyeceğim. Geçen gün, kahvelerden birinin önünden geçiyordum. Zengin bir ipek tüccarı olduğunu söyledikleri poturlu, mintanlı, kaba saba bir adam, kahvenin bir ucundan öbür ucuna: "Sekiz tane dut bahçem var, böyle ipekböceğine sekizi de kurban olsun!" diye bağırmaz mı? Öyle utandım ki, yer yarılsa yere geçecektim. "Gitmem" diye inat etsem: "Naza çekiyor kendini!" diyecekler, eğleneceklerdi. Onun için, çaresizce çarşafımı giyerek peşlerine takıldım.
*
Küçük talebelere beyaz giydirmişlerdi. Dere kenarı papatya çayırlarına dönmüştü. Bu memlekette ne kadar çok kız mektebi varmış. Yeşil bahçelerin arasındaki yılankavi yollardan, marşlar okuyarak gelen mektep taburları bitip tükenmek bilmiyordu.
Erkek hocalar derenin karşı tarafındaki bir ağaçlığa çekilmişlerdi. Bizim aramızda yalnız Recep Efendi, mavi latası, kocaman siyah şemsiyesiyle dolaşıyor, bir köşeye taştan ocak kuran aşçılara bağıra bağıra emir veriyordu. Muallimlerle büyük talebeler çarşaflarını atrnak, açık saçık gezip eğlenebilmek için Müdür Efendi'yi güç bela kandırdılar, erkekler tarafına savdılar.
Bilmem niçin, ben bugün hiç eğlenmiyordum. Bu yüzlerce kız çocuğunun çılgın neşesi, sevinci bana dalgın, yorgun bir hüzünden başka bir şey vermiyordu.
"ÇALIKUŞU" отзывы
Отзывы читателей о книге "ÇALIKUŞU". Читайте комментарии и мнения людей о произведении.
Понравилась книга? Поделитесь впечатлениями - оставьте Ваш отзыв и расскажите о книге "ÇALIKUŞU" друзьям в соцсетях.