Birkaç dakika sonra minimini boylu müdürün azametli boynunu yükseltip tek gözlüğünü parlatarak merdivenden çıktığını gördüm. Arkasından odaya girecektim Biraz evvel müdürün paltosuyla bastonunu götüren sakallı hademe karşıma dikildi:

- Dur be hanım, efendi nefes alsın. Acelen ne? Ananın karnında dokuz ay nasıl bekledin? diye bana çıkıştı.

Böyle muamelelere yavaş yavaş alışmıştım, onun için müteessir olmadım. Hatta, bilâkis, halim bir sesle:

- Kuzum baba, beyefendi kahvesini içtikten sonra haber ver. Beklediğiniz muallime gelmiş de, diye rica ettim.

Maarif Müdürü, beklemiyordu. Fakat öyle söylersem hademenin belki daha fazla gayrete geleceğini düşünüyordum. Ne yaparsın bu kurnazlıkları öğrenmek lâzımdı.

İhtiyar hademe, üç beş dakika sonra tekrar odadan çıktı. Siyah çarşafımla beni birdenbire fark edemeyerek söylenmeye başladı:

- Nerede o kadın? Hay Allah, hem adamın iki ayağını bir pabuca sokar, hem kaçar.

- Darılma baba, buradayım. Gireyim mi?

- Haydi, gir bakalım, senin gönlün olsun. Müdür, başı açık, dudağının ucunda kocaman bir puro ile makamında oturuyordu, köşedeki bir koltuğa gömülmüş yaşlı bir zata küçücük vücudundan umulmayacak kadar çatlak, cüretli bir sesle bir şeyler söylüyordu:

- Efendim, ne memleket, ne memleket! Dünyanın israfını yaparlar da kendilerine bir kartvizit bastırmazlar. Seksen kişi sizi görmek istediğine dair kapıdan hademe ile haber gönderir. Hademe doğru dürüst isimlerini söyleyemez, bir keşmekeştir gider. Ben, idarede Deli Petro sistemine taraftarım. Memurları yalnız resmi hayatlarında değil, hususi hayatlarında da takip etmeli; yedikleıi, içtikleri şeye, oturdukları, gezdikleri yere, elbiselerine müdahale etmeli. Gelir gelmez mekteplere bir tamim gönderdim. Asgari iki günde bir tıraş olmayacak, ütüsüz pantolon, yakasız gömlek giyecek muallimlerin azledi-leceklerini söyledim. Dün mekteplerden birini teftişe gidiyordum. Kadının önünde bir muallime rastladım. Tanımazlıktan gelerek: "Git, muallime haber ver, Maarif Müdürü geldi, de!" dedim.

- Efendim, muallim bendenizim, diye cevap verdi.

- Hayır, sen bir hademe olmalısın. Çünkü bu kıyafette muallim olamaz, ben bu şekilde giyinmiş bir muallime tesadüf edersem kolundan tuttuğum gibi sokağa atarım.

Herif taş gibi dondu kaldı. Arkama bakmadan içeri girdim. Şimdi, yarın yine o mektebe gideceğim. Bu adamı aynı halde görürsem derhal azledeceğim.

Söze başlamak için müdürün susmasını bekliyordum. Fakat onda öyle bir teşebbüs yoktu; gittikçe coşarak esip savurmaya devam ediyordu:

- Evet efendim, geçenlerde mekteplere tamim gönderdim: "Muallime ve muallimler mutlaka bir kartvizit bastırmalı. Kartsız olarak makama vuku bulacak müracaatlar kabul edilmez!" dedim. Fakat kime anlatırsın?

Birdenbire sert bir tavırla bana döndü:

"Bahse girerim ki Muallime Hanım da bu tamimi almıştır. Fakat buna rağmen yine kartsız müracaat ediyor. Yine hade-menin ağzında: "Siz bir hanım çağırmışsınız, o geldi!" teranesi. Kim? Hangi hanım? Sarı çizmeli Mehmet Ağa.

Hayretten donakaldım. Demek bütün bu sözler bu hiddet bana karşı. Benim kartsız içeri girmek istediğim için!

- Ben sizden emir almadım efendim, diyebildim.

- Nasıl olur? Siz nerede hocasınız?

- Geçen hafta gelmiştiniz. Zeyniler Köyü muallimesi, kapanmasını emrettiğiniz mektep.

Maarif Müdürü, kaşlarından birini kaldırarak düşündü:

- Ha, evet hatırladım. Ne yaptınız, muamele bitti mi?

- Emrettiğiniz gibi oldu efendim, söylediğiniz evrakı da getirdim.

- Peki başkâtibe teslim edin, tetkik etsin.

Kirli yakalı başkâtip, beni tam iki saat istintak etti. Evrakı tekrar tekrar gözden geçiriyor: "Müteferrika senetleri", "evrak-ı müsbite", "lüzum müzekkeresi", "beyanname sureti", falan diye birçok anlayamadığım şeyler soruyor, ihtiyar heyetinden getirdiğim mazbatalara itiraz ediyordu.

Ben, ikide birde şaşırdıkça onun öyle bir dudak bükmesi, "Sözde bunlar da hoca!" diye bir hakaret etmesi var ki... Yanlış battal edilmiş bir senet pulu için beni adeta ağlatacaktı.

Sonra, bir mesele daha çıkardı. Bilmem kaç yıl önce bir muallımeye dam tamiri için iki yüz elli kuruş vermişler, onun senedi yokmuş:

"Niye bu paranın mahsubu yapılmamış? Senet nerede? Bulamazsan mahkemeye gidersin!" diye ter ter tepinıyordu.

Ben:

- Beyefendi, yapmayınız, ben oraya gideli yarım sene bile olmadı, diye anlatacak gibi oluyor, fakat bir türlü lakırdı an-latamıyordum.

- ilahı efendim, illalah efendim. Ben, böyle rezalete gelemem efendim. Benim deli olmaya vaktim yok efendim, diye [ söylenerek kâğıtları aldı, Maarif Müdürü'nün yanına girdi.

Bulunduğum odada biri sarıklı, öteki, bıyıkları henüz terlemiş iki kâtip daha vardı, masalarının başında kendi işleriyle meşgul görünüyorlar, bizimle hiç alakadar olmuyorlardı.

Başkâtip hiddetle odadan çıkınca bu iki efendi birdenbire yerlerinden fırladılar, müdürün odasına bitişik olan kapıya kulaklarını koyarak dinlemeye başladılar.

Fakat kâtiplerin bu zahmeti beyhudeydi. iki dakika sonra müdürün, değil bizim odadan, belki sokaklardan bile işitilecek bir sesle bağırmaya başladığı duyuldu.

Sarıklı kâtip sevincinden, genç kâtibin sırtına vuruyor:

- Allah senden razı olsun Müdür Bey, şu teresi bir kalayla, dinsizin hakkından imansız gelir, diyordu. Maarif Müdürü başkâtibe şöyle söylüyordu.

- Bıktım efendim senden, bıktım senden. Bu, ne şekilpe-restlik, bu ne küflenmiş kırtasiyeci kafası. Hakkı var kadının Sana kaç senelik senedi yaratacak hali yok ya. Aklın ermiyosa git, çık git. istediğin yere kadar yolun açık. Zaten sen gitmez-sen, ben seni taburcu edeceğim. Hay, hay, derhal yaz istifanı. Yazmazsan adam değilsin.

Eyvah yüreğime iniyordu. Kâtiplere:

- Yok hemşire hanım, yok! dedi. Aldırış etme. Müstahaktır o terese, ikide birde kendinden daha edepsiz biri çıkıp ağzının payını vermezse rahat etmez, it dişi, köpek dirisi. Allah senden razı olsun, o, paparadan sonra birkaç gün sakinler, kendinin de kafası dinlenir, bizim de...

Ses kesilmişti: Kâtipler, hemen masalarına koştular. Hafız Efendi, kendi kendine:

- Bu, meseldir; dinsizin hakkından imansız gelir, diye bir şeyler mırıldanıyordu.

Başkâtip, ayaklarıyla beraber sakalı da titreyerek içeri girdi. Başını çevirmeden yanlarına bakan kazlar gibi, gözlerinden birinin yan bakışıyla kâtipleri süzdü. Onlar, öyle sakin ve sessiz çalışıyorlardı ki, müsterih oldu, yavaş yavaş söylenerek yerine oturdu. Mamafih çahşamıyordu. Birkaç kere uflayıp pufladıktan sonra yavaş sesle söylenmeye başladı.

- Elli yaşına gelmiş, bunca memuriyetlerde bulunmuş, muameleye bizim baş hademe kadar aklı ermiyor bu teresin. Kendi yarın cehnnem olur gider, kabak bizim başımıza patlar. Öyle ya, günün birinde başımıza bir müfettiş ekşise, muamelatı bir gözden geçirse: "Be herifler, siz eşek başı mısınız? Bu iki yüz elli kuruşun mahsubu niçin yapılmamış? Sizin bu usulsüzlüğü niye gözünüz görmedi!" dese, herif, hepimizi mahkemeye sevk etse hakkıdır. Hazine-i devlet hukukuyla oyun olur mu? Vallahi biz geberip gitmiş olsak, yüz sene sonra evlat ve ahfadımızdan bu parayı tahsil ederler.

Kâtipler, başlarını defterlerinden kaldırmış, hürmetli bir dikkatle bu serin sözleri dinliyorlardı.

Başkâtip, havayı iyi bularak sordu:

- işittiniz mi mendeburun yediği herzeleri? Hafız hayretle başını kaldırdı:

- Hayrola, bir ses işittik ama, size miydi?

- Kısmen bana; ukala dümbeleği.

- Esef buyurmayınız efendim, onlar muamelata vaki değillerdir. Zatıâliniz olmasanız üç günde bu dairenin altı üstüne gelir.

Bu sözleri, hafız söylüyordu. Biraz evvel başkâtibin uğradığı hakarete çocuk gibi sevinen Hafız Efendi! Yarabbi, bunlar ne tuhaf insanlar!

Bununla beraber, sarıklı kâtibin tahmini bir dereceye kadar doğru çıkmıştı. Başkâtip, geçirdiği fırtınadan sonra hayli yumuşamış ve sakinleşmiş görünüyordu.

Bir sigara yakıp, dumanlarını iki tarafa savurarak:

- Adam sende, kim bu devlete hizmet etmiş de, bir "Allah razı olsun" demişler, dedi ve beni daha fazla yormadan acele acele evrakı teslim aldı.

Biraz sonra, kendi işim için ikinci defa olarak Maarif Müdürü'nün odasına girdiğim zaman, yorgunluktan dizlerim titriyor, gözlerim kararıyordu.

Müdür, şimdi başka bir davanın peşindeydi. Türlü huysuzluklarla hademelere, odasının tozlarını aldırıyor, duvardaki resimlerin yerlerini değiştiriyor ve ikide birde küçük bir el aynasında saçlarını, kravatını muayene ediyordu.

Hâlâ aynı köşede oturan ihtiyar efendi ile aralarında geçen bazı sözler bana bu hazırlığın sebebini anlattı: B.'ye, Piyer For isminde bir Fransız gazeteci gelmiş, Maarif Müdürü dün akşam Vali tarafından verilen ziyafette bu muharrir ve karısı ile tanışmış. Piyer For, çok enterasan bir adammış. Gazetesinde: "Yeşil B.'de Birkaç Gün" serlevhası altında bir seri makale yazacakmış.

Müdür, heyecanla anlatıyordu:

- Bugün saat üçte karı koca, ziyaretime gelmeyi vaat ettiler. Kendilerine mekteplerimizin bir ikisini göstereceğim. Gerçi bir Avrupalıya göğsümüzü gere gere gösterebilecek bir mektebimiz yok ama, bir politika yapacağım çaresiz. Herhalde lehimize yazı koparacağımızı umuyorum. Bereket versin ki, ben bulundum burada, yoksa bu ziyaret selefim zamanında olsaydı, Avrupalıya rezil olduk gittiydi.

Ben, hâlâ kapının yanında, paravanın bir köşesinde bekliyordum. Acele acele:

- Yine ne var, hanım? dedi.

- Muamele bitti, efendim.

- Pekâlâ, teşekkür ederim.

- ü!

- Teşekkür ederim, gidebilirsiniz.

- Bana başka bir emriniz olacaktı. Yeni bir memuriyet için.

- Evet, fakat şimdi açık yerim yok. Münhal vukuunda bir şey yaparız, isminizi kaleme kaydettirin.