Bu söz, zavallı kadında, ince bir ruh olduğunu gösteriyordu. Zaten halinden, tavrından, yüzündeki manalarından da anlamıştım. İlk tahminim doğruydu. Munise, yüzü gibi ruhunun inceliğini ve kibarlığını bu talihsiz anneden almıştı. Kadıncağızın, beni, dedikodudan korumak için gösterdiği telaş adeta kibrime dokundu. Onda iyi bir his bırakmadan ayrılmak istemiyordum. Dedikodulara hiç ehemmiyet vermediğimi göstermek için:

- Niçin acele ediyorsunuz? Bir parça daha kalmaz mısınız? dedim.

Zavallı kadın, derin bir minnetle ellerime bakıyor, onları öpmek için dudakları titriyordu. Fakat, bana dokunmaya cesaret edemediği belliydi.

Son fırtınanın devirdiği cılız bir kavak ağacının gövdesine oturduk. Munise'yi aramıza aldık. Şimdi, söylemek sırası ona gelmişti. Zavallıcık, hayatını bana anlatırsa daha hafifleyeceğini hissediyormuş gibi bir hareketle söylüyordu ve öyle düzgün konuşuyordu ki...

Bu kadının sade, fakat hazin bir sergüzeşti vardı, istanbul'da Rumelikavağfnda doğmuştu. Küçük bir memur olan babasıyla anası birbiri arkasına ölünce onu Bakırköy'de kibar bir aileye evlatlık vermişlerdi. Evin çocuklarıyla beraber büyümüş, hemen hemen bir küçükhanım muamelesi görmüştü. On beş, on altı yaşına geldiğinde ona adeta iyi kısmetler çıkmaya başlamıştı. Fakat, o hiçbirisini istemiyor, hepsine bir bahene buluyordu. Çünkü onun bir sevdiği vardı: Evin küçük beyi, o vakit Harbiye Mektebi'ne giden, bıyıkları henüz terlemiş bir genç. Gerçi bir ümidi yoktu, ne de olsa bir evlatlık parçası olduğunu biliyordu. Fakat, hafta başlarında onun yüzünü görmeyi, sesini işitmeyi şimdilik kâr sayıyordu.

O sırada Büyük Efendi, B'ye defterdar olmuş ve aile, yalnız Harbiyeli oğlunu istanbul'da bırakarak tamamen buraya göç etmiş.

B.'de genç mektepliyi görmeden geçen dört ay, onu dört senelik bir ayrılık kadar çıldırtmış ve nihayet Küçük Bey, yaz tatilini geçirmek için ailesinin yanına gelince...

Çok geçmeden macera duyulmuş. Beyefendi, küçükha-nımlar hep birden onun üstüne yürümüşler ve onu artık evde tutmak istemeyerek buraya yakın köylerden birine bir ihtiyar kadının yanına göndermişler. Munise'nin dört yaşında kuşpa-lazından ölen ablası orada dünyaya gelmiş. Bu halde bir kızı, elinde çocuğu ile kim kabule razı olur? Nihayet o, ağlaya sızla-ya ihtiyar bir orman memuruna varmaya razı olmuş, ilk zamanlar bir şey söylemez, talihine razı olurmuş. Fakat, kocası bu Zeyniler Köyü'ne yerleştikten sonra ağır, dayanılmaz bir can sıkıntısı başlamış. Karanlık odasında bunalıyor, günden güne sararıp soluyormuş.

Zavallı kadın, bunları anlatırken, hâlâ kendini o ağır karanlığın içinde görür gibi gözlerine, vücuduna bir yorgunluk çöküyordu.

İşte bu sıralarda eşkıya takibi için köye bir jandarma kolu gelmiş, iki üç hafta, sazlığın karşısında çadır kurup oturan bu askerlerin genç zabiti onu takibe başlamış. Kadın da nasılsa şeytana uymuş ve kocasını, çocuğunu bırakarak zabitle beraber kaçmış...

Bu sade hikâye, bilmem neden, bana çok tesir etti. Akşam yaklaşıyordu. Munise'yi annesiyle yalnız bırakarak mektebe doğru yürümeye başladım. Belki de artık birbirini göremeyecek olan bu iki insanın bu ayrılık dakikasında birbirlerine söyleyecek bir şeyleri olurdu. Yahut da benim gözümün önünde istedikleri gibi kucaklaşıp ağlayamazlar, içlerinde bir hicran yarası kalırdı.

Mezar taşları üzerinden atlayarak mektebe dönerken derin derin düşünüyordum. Munise, ben seni asıl kimsesizliğin, yapayalnızlığın için sevmiş, sana daima acımıştım. Mamafih, bu dakikada seni kıskanıyorum. Senin sefil, düşkün bir kadın, fakat ne de olsa bir anne olan anneni kıskanıyorum. Sen doğduğun, büyüdüğün yerlerden ayrılırken gözlerinde bir anne bakışının hatırasını, dudaklarında anne yaşlarının acı lezzetini göreceksin.

*

Bu sabah, Zeyniler Köyü'nden getirdiğim evrakı çantama doldurarak Maarif Müdürlüğü'ne gittim. Munise'yi uykuda bırakmıştım. Vakit erkendi, daire yeni açılıyordu, tek tuk gelen memurlar mahmur mahmur kahve, nargile içiyorlardı.

Kırmızı kuşaklı başkâtibin yerinde şimdi, kıvırcık kara sakallı, yağlı yakalı bir efendi oturuyordu. Hademelerden birine sordum. Maarif Müdürü ile beraber başkâtibin de değiştiğini, iş için bu sakallı efendi ile konuşmak lâzım geldiğini söyledi.

Yanına yaklaşarak selam verdim. Maarif Müdürü Bey'in emriyle kapanan Zeyniler mektebi muallimi olduğumu, mektebin evrakını teslime geldiğimi söyledim:

Başkâtip, biraz düşündü:

- Ha, evet, dedi, pekâlâ. Azıcık dışarıda bekleyin de Müdür Bey gelsin.

Dairenin loş, basık sofasında tam üç saat müdürü beklemek lâzım geldi. Böyle yerlerde gelen geçen, insana dik dik bakıyor, hatta söz atanlar bile oluyor.

Pencerelerden birinin kenarına kırık bir merdiven dayamışlardı. Basamaklardan birine ilişerek beklemeye başladım.

Pencere, harap medrese avlusuna bakıyordu. Kollan sıvalı, mavi şalvarlı bir softa, şadırvanın kenarında zerzevat ayıklıyor, dallan, yanımdaki pencerenin içine kadar giren kocaman bir çınarın üstünde, serçeler oynaşıyorlardı.

Dirseklerim dizlerimde, çenem ellerimin içinde, düşünüyordum.

Dün sabah, bu vakit, daha Zeyniler'den ayrılmamıştım. İrili ufaklı bütün talebelerim kayalığın üstendeki araba yoluna kadar beni selametlemeye gelmişlerdi. Ne arsız gönlüm var benim? Etrafımdaki insanları ne kadar çabuk seviyorum. Aziz Eniştem'in tuhaf bir sözü vardı. Ara sıra beni ellerimden tutarak:

- Ah, benim yapışkan kızım, evvela insanı yadırgarsın, kaçarsın; sonra çamsakızı gibi öyle bir yapışırsın ki... derdi.

Adamcağızın hakkı varmış. Bu çocukların hepsine acıyordum. Güzellerine güzel, çirkinlerine çirkin, sefillerine sefil oldukları için. Böyle her ayrıldığım yerde kalbimin bir parçasını bırakırsam âlâ!

Zavallılar, birer birer elimi öptüler. Çoban Mehmet, Zehra ile, bana yeni doğmuş bir keçi yavurusu göndermiş. Adamcağızın hediyesi öyle yüreğime dokundu ki... Henüz gözleri açılmamış olan bu yavrucağı Munise'nin kucağına verdim.

Çeçen arabasının yanık sesli çıngırakları boş ova içinde titremeye başladı. Yavaş yavaş Zeyniler'den uzaklaştık. Çocuklara, siyah renkli taşların içinde kayboluncaya kadar Munise ile beraber arkalarından mendil salladık.

Arabanın otel kapısında durması, Hacı Kalfa'nın yine meraklı bir zamanına tesadüf etmişti.

İhtiyar adam, ağzında bir ciğerle kapıdan fırlayan kocaman bir kediyi kovalıyordu. Elindeki nargile marpucunu kamçı gibi sallayarak:

"Dur, gâvurun kedisi, derini yüzeceğim!" diye bağırarak yanımdan geçerken" "Hacı Kalfa" diye seslendim.

Sesin nereden geldiğini birdenbire anlayamayarak durdu ve arabanın içinde beni görür görmez kollarını kaldırıp sokağın içinde avazı çıktığı kadar "Vay, iki gözüm hocanım!" diye bağırdı.

Adamcağızın sevinci görülecek şeydi. Ağzında ciğerle karşıki viranenin duvarlarına tırmanmaya çalışan kediye, neşeli neşeli,

- Var, güle güle, zıkkımlan, telaş etme. Helal olsun!., diye bağırdıktan sonra yanıma geldi.

Hacı Kalfa, o kadar memnundu ki, kucağında keçisiyle beni takip eden Munise'yi ancak otelin ikinci katında fark etti:

- Vay hocanım, bu da kim, nereden çıktı? diye sordu.

- Benim kızım, Hacı Kalfa, dedim. Senin haberin yok. Ben, Zeyniler'de evlendim, şimdi bir kızım var. Hacı Kalfa, Munise'nin çenesini okşayarak:

- Söyleyene bakma, söyletene bak. O da olur inşallah. Kız da kız dediğine değer ha! Tosun gibi, dedi.

Güzel bir tesadüf eseri olarak mavi kuşlu odam yine boş-muş. Buna çok sevindim. Akşam, Hacı Kalfa beni zorla evine yemeğe götürdü.

Yorgunluğumu bahene ederek gitmek istemedim, ihtiyar adam bana adeta emir veriyor:

- Şuna bak hele, sen altı ay yayan yürüsen, benzin bile solmaz, tövbe olsun, diyordu.

*

Bunların hepsi güzel, hepsi âlâ. Fakat, beni düşündüren başka bir mesele var. Dün akşam, yatmadan bir hesap yaptım, o kadar tuhaf bir netice çıktı ki, inanamadım. Bir kere de aynı hesabı parmaklarımla tekrar ettim. Maalesef doğruydu. Bu netice, çok acıklı olmakla beraber gülmekten kendimi alamadım. Ben, şimdiye kadar kendi gayretim, kendi çalışmam sayesinde geçindiğimi zannediyordum. Halbuki elimdeki parayı sarf etmekten başka bir şey yapmamıştım.

Zavallı Gülmisal Kafacığım, yanımda epeyce bir para bulundurmadan yabancı bir memlekete gitmenin doğru olmadığını söylemiş, annemin elmaslarından birini satarak parasını ayrı bir kese içinde elime teslim etmişti.

Şimdiye kadar birçok masrafım ...olmuştu. Öyle ya, bu kadar zaman açıkta kalmıştım. Sonra yol paraları da epeyce tutuyordu. Fazla olarak fakir bir köy hocasından başka bir şey olmadığımı da düşünmemiştim. Etrafımda sefil, aç bir insan gördüğüm zaman ufak tefek yardımlarda bulunmayı vazife bilmiştim. Fakat insanlar, sahi, insafsfz mahluklar. Belki de yüz yumuşaklığımdan alınmış cesaretle etrafımda açılan eller, hele son 'zamanlarda o kadar çoğalmıştı ki...

Tabii, ne tuttuğunu hâlâ bugün de pek iyi bilmediğim birkaç kuruş aylığım bütün masraflarımı karşılayamazdı. Daha fenası, bu aylıklardan ikisini de henüz almaya muvaffak olamamıştım.

işte bu fevkalâde ihtiyaçlar karşısında her başım sıkıştığında bu keseye el atmıştım. Fakat, şimdi bu zavallı tor-bacık da öyle hafilemişti ki, içindekilerin! saymaya cesaret edemiyordum. Demek, beş ayın bütün macerasına, bütün yorgunluklarına rağmen beni yaşatan yine ailemin yardımı olmuştu.

Pencereden giren çınar yapraklarıyla oynayarak bunu düşünürken hem güleceğim hem de ağlayacağım geliyordu. Mamafih, yine bir teselli icat ettim.

"Üzülme Çalıkuşu, hiçbir şey kazanamadınsa, geçinmenin, yaşamanın ve tahammül etmenin ne olduğunu da mı öğrenmedin? Bu az kazanç mı? Bundan sonra artık çocukluğu bırakır, kadın kadıncık olursun kızımi" dedim.

Ben, böyle düşünürken boş sofada, birdenbire bir telaş uyandı. İhtiyar bir hademe, bir elinde bir palto, bir elinde bir bastonla Maarif Müdürü'nün odasına doğru koşuyordu.