- Rica ederim azizim, mektepteyiz. Ciddi olunuz!
Müdür çenesinin altındaki porsumuş deriyi lastik gibi uzatarak bir şeyler düşünüyordu. Birdenbire kararını vererek bana döndü:
- Efendim, ben bu mektebi kapatacağım. Ben, şaşkın şaşkın:
- Niçin efendim, bir şey mi oldu? dedim.
- Efendim, böyle kepaze binada çocuk terbiye edilemez. Sonra talebe de az. Vilayette kaldığım müddetçe bütün gayretimi sarf edeceğim, köylerden birçoğunu ucuz, fakat zarif, sıh-hi, modern, yani müceddet mekteplere sahip etmeyfe çalışacağım. Şimdi bana lütfen izahat veriniz.
Bonjurunun cebinden şık bir karne çıkarmıştı. Mektebe ait bazı malumat isteyerek kaydetti, sonra:
- Size gelince, efendim, dedi. Sizi başka münasip bir yere tayin ederim. Mektebin kapanma enirini alınca B.'ye gelirsiniz, icabına bakarız, isminiz lütfen?
- Feride.
- Efendim, Avrupa'da güzel bir âdet vardır. Baba adını da ilave ediyorlar. Daha muvazzah bir isim olur. Siz muallimler, bu yenilikleri tatbik edivermelisiniz. Faraza künye defterine talebenizi, Melahat babası Ali Hoca, diye yazacağınıza, Mehalat Ali deyiverirsiniz, olur biter. Anlaşıldı mı, efendim? Pederinizin ismi?
- Nizamettin.
- Efendim, size Feride Nizamettin diyeceğiz. Bu şekil size birdenbire garip görünür, ama alışırsınız. Nereden mezunsunuz?
Mektebimi söylemeye çekindim. Çünkü Fransızca bildiğim anlaşılırsa mühendis biraz evvelki sözleri için belki bozulacaktı. Onun için sadece; "Hususi tahsil gördüm efendim" dedim.
- Dediğim gibi B.'ye geldiğiniz vakit beni ziyaret edersiniz. Size münasip bir yer ararız. Haydi Mümtaz, programda daha iki köy var.
Talebe sıralarından birine oturarak uzun, ince bacaklarını sallayan mühendis yine o güzelim Fransızcasıyla sırnaştı:
- Bu fevkalâde bir parça. Beni bırak da sen git. Bir çare bulup mutlaka yüzünü açtırmalıyım.
Maarif Müdürü, yeniden telaşlandı, bana bir şey sezdirmemek için Türkçe:
- Vaktimiz yok. Raporunuzu sonra yazarsınız. Haydi buyurun, dedi ve yürüdü.
İnadıma arkamı döndüm ve bir şeylerle meşgul görün-düm.
Adamcağız, bahçeyi geçerken, bir iki kere daha başını çevirdi. Sokak kapısından çıktıktan sonra tahta havalenin ke-narını takip ediyor, ara sıra ayaklarının ucunda yükselerek içeriye bakıyordu.
Havadis, çabuk köyün içine yayılmıştı. Cuma olmasına rağmen çocuklar, çocuk anaları mektebe koşuyorlar, mekteplerinin kapanmasından pek müteessir görünüyorlardı. Mektep gibi kendime karşı da yabancı ve hissiz sandığım çocukların ağlayarak elimi öpmeleri bana çok dokundu.
Hatice Hanım, başına kocaman bir çatkı çatarak odasına çekildi. Ben de, müşkül vaziyete düşüyordum ama, doğrusunu söylemek lâzım gelirse bu işte asıl yanan o biçare oldu.
Akşamüstü muhtarın karısı ile Ebe Hanım tekrar mektebe geldiler, ikisi de müteessirdi. Hele Ebe Hanım, bana manalı manalı bakışlarla içini çekiyor:
- Benim başka niyetim de vardı ama, Cenab-ı Hak yardım etmedi, diyordu.
Bu teessüre benim de yapmacık bir teessürle mukabele etmem lâzımdı. Gözlerimi önüme indirerek:
- Ne yapalım Ebe Hanım, kısmet değilmiş, diye cevap verdim.
Hasılı, bu tek gözlüklü, minimini efendi, bir sözle Zeyni-ler'i altüst etti. Köylülerin ağzını bıçak açmıyor.
Yeryüzünde Zeyniler'den daha kötü bir köye düşmenin mümkün olmadığını bildiğim halde bu teessür, bana sirayet ediyor. Yalnız, Munise müstesna. O yaramaz, sevincinden uçuyor: "Ne vakit gideceğiz, abacığım iki güne kadar gider miyiz? diye kuş gibi çırpınıyor.
Zeyniler, 3 Mart
Yarın yola çıkıyoruz.
Munise, ilk günlerde pek seviniyordu. Fakat dünden beri onda tuhaf bir neşesizlik baş göstermeye başladı.
Ara sıra gözlerini uzaklara dikerek düşünüyor, sorduğum şeylere dalgın dalgın cevap veriyordu:
- Munise, benimle gitmek istemiyorsan seni bırakayım, dedim.
Hemen cevap verdi:
- Allah esirgesin, abacığım, kendimi kuyuya atarım.
- Kardeşlerinden ayrılacağına üzülüyor musun?
- Üzülmüyorum, abacığım.
- O halde babanı göreceğin gelecek!
Babama acırım ama, o kadar sevmem abacığım.
- Peki, öyleyse derdin ne?
• ^
Gözlerini indirerek susuyor, daha ısrar edersem yalandan gülmeye, boynuma sarılmaya başlıyor. Fakat ben, bu yalancı neşeye inanmıyordum. Munise'nin asıl sevincini ben bilmez miyim? Mamafih, bu berrak çocuk gözlerinde her zaman bir parça hüzün bulmuştum. O kadar söyletmeye çalıştım. Bütün emeklerim boşa gitti.
Bir gün bir tesadüf, bana bu çocuk kalbinin gizli derdini öğretti. Akşama doğru bir aralık, Munise ortadan kaybolmuştu. Halbuki tam bu saatte kendisine ihtiyacım bulunduğunu biliyordu. Yol hazırlığı için bana yardım edecekti.
Birkaç defa çağırdım. Cevap gelmedi. Mutlaka bahçede olacaktı. Pencereyi açtım: "Munise, Munise!" diye seslendim.
ince sesiyle uzaktan, Zeyni Baba'nın türbesi yanından:
"Efendim, şimdi geliyorum! diye cevap verdi.
Yanıma geldiği vakit, tek başına, niçin oralarda dolaştığını sordum. Cevap verirken şaşırıyor, manasız bahaneler göstererek, beni aldatmaya çalışıyordu.
Dikkatle yüzüne baktım. Gözleri kıpkırmızıydı. Hafifçe solmuş yanaklarında yeni kurumuş gözyaşı izleri vardı. Birdenbire telaşlandım. Orada ne yaptığını, niçin ağladığını söyletmek için, sıkıştırmaya başladım. Bilekleri ellerimin içinde, yüzünü gizlemek için boynunu gevriyor, dudaklarında hafif bir titreme ile sükût ediyordu.
Ben, mutlaka söyletmeye azmetmiştim. Eğer hakikati benden gizlerse onu burada bırakacağımı söyledim. O vakit tahammül edemedi. Büyük bir günahı itiraf eder gibi, başını önüne eğerek utana utana söyledi:
- Annem beni görmeye gelmiş. Gideceğimi duymuş da... Darılma bana abacığım.
Bu büyük günahı söylerken bütün vücudu titriyor, gözleri yaşla doluyordu.
Anladım küçük, minimini gönlünün acısını, benden ümit edeceğinden çok daha derin ve iyi anladım.
Yüzüne düşmüş saçlarını düzelterek, yavaş yavaş çenesini okşayarak halim, sakin bir sesle:
- Bunda korkacak, ağlayacak ne var? Annen değil mi, elbete göreceksin, dedim.
Biçare; hâlâ inanamıyor, korka korka gözlerime bakıyor; herkesin nefretle, lanetle andsğı bu kadını sevmediğine beni inandırmak için, çocukça sebepler arıyordu. Fakat, onu öyle seviyor, öyle yana yana seviyordu ki...
- Çocuğum, eğer anneni sevmiyorsan ben seni çok ayıplarım, dedim. Anne sevilmez mi hiç? Haydi koş, onu çevir: "Abam mutlaka seni görmek istiyor" de. Ben, türbenin yanına geliyorum.
Munise, dizlerime sarılarak eteklerimi öptü, sonra koşa koşa bahçeye gitti. Bu yaptığım, büyük bir ihtiyatsızlıktı, biliyorum. Eğer bu kadınla görüştüğümü duyacak olurlarsa, fena şeyler söyleyecekler, belki de burada ismimi lanetle anacaklardı. Fakat, olsun...
Türbenin altındaki ağaç kümesi içinde onları bir hayli bekledim. Kadıncağız, epeyce uzaklaşmış, Munise onu yolundan çevirmek için sazların öte tarafına koşmuş olacaktı.
Nihayet, göründüler. Onların ana, kız yan yana gelişleri öyle hazin, öyle hazin bir şeydi ki... Birbirinden çekinir, utanır gibi ayrı ayrı yürüyorlar, çamurlara batıyor gibi yaparak, gecikiyorlardı. Bu kadına muhabbetle, şefkatle dolu bir şeyler söylemeye hazırlanmıştım. Fakat, nedense karşı karşıya geldiğimiz zaman, birbirimize söyleyecek söz bulamadık.
Uzun boylu, narin yapılı bir kadıncağızdı. Arkasında yamalı bir eski çarşaf, yüzünde peçe yerine mor bir yemeni, ayağında topukları kopmuş, sırılsıklam, yırtık iskarpinler vardı. Birden korkuyor gibi titrediğimi hissediyordum. Mümkün olduğu kadar sakin, heyecansız görünmeye çalışarak:
- Yüzünüzü açsanıza, dedim.
Küçük bir tereddütten sonra peçesini kaldırdı. Çok taze olduğu belliydi. Nihayet otuz, otuz beş yaşlarında. Fakat sarışın çehresi öyle yorgun, öyle yıpranmıştı ki...
Böyle kadınları ben, çok boyalı diye bilirdim. Halbuki yüzünde boyadan eser yoktu. En ziyade içime dokunan şey, Munise'ye çok benzemesiydi. Birdenbire bana öyle geldi ki, Munise büyümüş, bu yaşa gelmiş. Sonra, sonra...
Çocuğu gayri ihtiyari bir hareketle omuzlarından tutarak dizlerime doğru çektim. Göğsüm, derin nefesle şişiyor, gözlerim doluyordu. Üstüme aldığım; büyük, çok büyük bir vazifeydi. Fakat ben, bunu yapacak, Munise'yi güzel ahlâklı bir kadın olarak yetiştirecektim. Ömrümün en büyük tesellisi bu kadın olacaktı. Zihminden geçen şeyleri o da benimle bareber düşünüyormuş gibi, dedim ki:
- Hanımcığım, görüyorum ki, talih size, bu küçük kızı elinizde büyütmek bahtiyarlığını nasip etmemiş. Ne yapalım, dünya bu! Şunu size söylemek isterim ki, gönlünüz rahat etsin. Ben onu bağrıma bastım. Kendi kızım gibi büyüteceğim. Hiçbir şeyden mahrum etmeyeceğim.
ilk defa söz söylemeye cesaret etti:
- Biliyorum küçükhanım. Munise, bana söylüyordu...
Ara sıra yolum düştükçe onu .görmeye geliyordum. Allah sizden razı olsun.
- Demek, Munise'yi görüyordunuz?
Küçük kollarını belime dolayan Munise'nin tekrar titremeye başladığım hissettim. Yeni bir kabahati bulunmuştu. Demek gizli gizli anasını görüyormuş. Sonra, daha hazini, bu görüşmeleri benden gizlediğini kadına söylemeye nedense utanmış.
- Eğer burada kalmış olsaydık, çocuğu her zaman size gösterirdim, dedim. Halbuki ben yarın ...'ye hareket ediyorum. Oradan nereye gideceğim belli değil. Yüreğiniz rahat olsun hanımcığım. Ona ana olacağım diyemem. Çünkü annenin yerini hiçbir şey tutamaz. Fakat iyi bir abla olmaya çalışacağım.
Aşağıdaki sazlıkta bir adamın dolaştığını gördük. Bu, benim talebem Cafer Ağa'nın babasıydı. Sık sık batalıkta yaban ördeği avlamaya gelirdi.
Munise'nin annesi, birdenbire telaşlandı:
- Gideyim hanımcığım, dedi. Beni sizin yanınızda görmesinler.
"ÇALIKUŞU" отзывы
Отзывы читателей о книге "ÇALIKUŞU". Читайте комментарии и мнения людей о произведении.
Понравилась книга? Поделитесь впечатлениями - оставьте Ваш отзыв и расскажите о книге "ÇALIKUŞU" друзьям в соцсетях.