Bu çocuğun öyle ümit edilmeyen tuhaf sözleri var ki... Geldiğinin ikinci günüydü:

- Munise, istersen bana anne de, daha iyi olur, dedim. Tatlı tatlı gülümseyerek yüzüme baktı:

- Olur mu abacığım?

- Niçin olmasın?

- Sen, küçüksün, abacığım, sana nasıl anne derim? Bu sözü, adeta izzetinefsime dokundu, parmağımla onu tehdit ederek:

- Seni şeytan seni, dedim. Neden ben küçük olayım? Ben yirmi yaşını geçmiş koskoca kadınım.

Munise, dilini dişlerinin arasına sıkıştırarak bana bakıyor, bir şey söylemeden gülüyordu.

- Yalan mı? Koskoca kadınım ya, diye tekrar ettim.

- Sen, benden o kadar büyük değilsin ki abacığım, on dört-on beş yaş.

Kendimi tutamayarak gülmeye başladım. Munise yüz bulmuştu, utana utana:

- Sen daha gelin olacaksın abacağım. Ben, saçımın iki tarafına teller takacağım. Kendin gibi güzel bir... Elimle, çocuğun ağzını kapadım:

- Bir daha böyle bir şey söylersen dudaklarını koparırım, dedim.

*

Küçüğümün bir hali de, süsü çok sevmesi, fazlaca koket olması. Ben koket ruhlu kızlardan öteden beri pek hoşlanmam ama, Munise'nin ayna karşısında süslenmesi, beğene beğene kendisine gülümsemesi beni eğlendirmiyor değil. Hatta, dün elinde yanmış bir kibrit ucu da yakaladım. Gizli gizli gözüne sürme çekmeye uğraşıyordu. Maskara, kimden öğrenmiş bilmem ki? Şimdi neyse ama, birkaç seneye kadar bir genç kız olup çıkarsa birini bulup sevmeye, evlenmeye kalkarsa fena.

Bunlar, aklıma geldikçe hem kız anneleri gibi heyecanlanıyorum, hem de bir yandan hoşlanıyorum.

Munise, dün kızara bozara benden bir ricada bulundu. Saçlarının benim saçlarım gibi olmasını istiyormuş.

Bebek oynar gibi, Munise ile oynamak benim zaten Allah'tan aradığım şey. Küçük kızı dizlerimin arasına aldım, saçlarının örgülerini çözerek istediği gibi tarayıp fırçaladım.

Rafın üzerinde duran küçük aynayı aldı:

- Kuzum, abacığım, gel. İkimiz yan yana aynaya bakalım, dedi.

Fotoğraf çektiren kardeşler gibi baş başa verdik. Aynanın içinde gülüyor, birbirimize dilimizi çıkarıyorduk.

Munise, lacivert gözleri, duru beyaz teni, ince şirin yüzüyle bir melek gibi güzeldi. Fakat memnun görünmedi; eliyle burnumu, yanaklarımı okşayarak:

- Nafile abacığım, sana benzemiyorurn ki, dedi.

- Daha iyi ya çocuğum.

- Nemelâzım abacığım, ben senin gibi güzel değilim ki... Başını daha ziyade yaklaştırıyor, boynumun altından geçirdiği küçülj eliyle, yine yüzümü okşuyordu:

- Abacığım sen kadife gibisin. Senin yüzünde insan ayna gibi kendini görüyor, diyordu.

Bu münasebetsiz çocuğun saçmalıklarına gülüyor, o kadar emekle düzelttiğim saçlarını karıştırıyordum. Fakat ne saklayayım, defterimi benden başkası okuyacak değil ya, kendimi güzel zannettiğimden çok güzel buluyor: "Feride, sen kendini bilmiyorsun. Sende, kimseye benzemeyen başka bir şey var!" diyenlere hak verecek gibi oluyordum.

Neler söylüyorum? Ah, bu küçük kız! Ben, onun aklı başında bir kız haline getirmeye çalışırken o, beni kendi gibi koket yapacak.


Zeyniler, 29 Ocak

Defterime, bir aydan beri el sürmemiştim. Yazı yazmaktan, herhalde daha fazla işlerim vardı. Hem de mesut günlerin yazılacak nesi olur ki?

Bir aydan beri derin bir gönül sükûnu içinde yaşıyordum. Yazık ki devam etmedi. İki gün evvel buradan geçen bir posta arabası benim için dört mektup bırakmış. Onları görür görmez içime bir ateş düştü. Kimden geldiğini, içlerinde ne olduğunu bilmeden:

- Keşke bunlar, ben görmeden yolda kaybolsaydılar, dedim.

tik tahminimde yanılmamıştım. Zarfın üzerindeki yazıyı tanıyordum. Mektup ondan geliyordu.

Zarflar, beni buluncaya kadar elden ele dolaşmış, üzerleri mavili, kırmızılı yazılar, damgalarla dolmuştu.

Elimi sürmeye cesaret edemeden bir tanesinin üstündeki adresi okudum:

"B... Merkez Rüştiyesi muallimlerinden Feride Hanımefen-di'ye."

Zarflan avucumda buruşturduktan sonra ocağın yanındaki rafa fırlattım. Pencereye başımı dayayarak dalgın dalgın uzaklara baktığımı gören Munise:

- Abacığım, neren ağrıyor? Yüzün sapsarı, dedi. Kendimi toplamaya çalışarak gülümsedim:

- Bir şeyim yok, çocuğum. Bir parçacık başım ağrıyor. Seninle biraz bahçeye çıkarsak geçer.

Gece yatağımda, gözlerim karanlığa dikili, saatlerce uykusuz kaldım. Büyük bir kararsızlık içinde perişan oluyordum; yüzsüz, zalim bu mektuplarda, kim bilir bana neler söylemeye cesaret ediyordu? Birkaç defa lambayı yakarak onları okumak istedim. Fakat kendimi zapt ettim. Onları okumak ayıptı, benim için tenezzüldü.

Aradan iki gün geçti. Mektupları hâlâ orada duruyor, odanın havasına bir zehir neşreder gibi, beni, için için eritiyordu. Müzmin hüznüm, Munise'ye de geçmişti. Zavallı kız derdimin nereden geldiğini biliyor, beni hasta eden bu kâğıtlara kinle, nefretle bakıyordu.

- Abacığım, dedi. Ben bir şey yaptım ama, bilmem darı-lacak mısın?

Birdenbire döndüm. Gözlerim gayri ihtiyari ocağın yanındaki rafa giti. Mektuplar orada yoktu, teessürden göğsüm tıkanarak.

- Nerede onlar? dedim. Çocuk, başını eğdi:

- Ben onları yaktım abacığım. Ne yapayım, sen pek üzülüyordun...

- Ne yaptın Munise? dedim.

Çocuk, benim şiddet göstermemi, omuzlarından tutup sarsmamı bekliyor, titriyordu. Başımı bileğime koyarak yavaş yavaş ağlamaya başladım.

- Abacığım, ağlama. Ben onları yakmadım, sana mahsus öyle söyledim. Üzülmeseydin o vakit yakacaktım. Al işte.

Küçük kız, bir eliyle başımı okşuyor, ötekiyle mektupları elime tutuşturmaya çalışıyordu:

- Al abacığım, onlar galiba, senin sevdiğin birisinden geliyor.

- Yumurcak, o nasıl lakırdı? diye bağırdım.

- Ne bileyim abacığım? Sevdiğinden olmasa böyle ağlar mısın?

Bu çok bilmiş bücürün sözlerinden ve gözyaşlarımdan utandım. Bu hale bir nihayet vermek lâzımdı. Artık kararımı vermiştim.

- Küçüğüm, keşke bu sözleri söylemeseydin. Fakat mademki bir kere söyledin. Bak, sana ispat edeyim. Mektuplar benim sevdiğim bir insandan gelmiyor, nefret ettiğim bir düşmandan geliyor. Gel seninle beraber yakalım onları.

Oda karanlıktı, yalnız ocakta bitmeye yüz tutmuş bir çalı demeti ara sıra parlayıp sönüyordu. Mektuplardan birini ateşe fırlattım. Zarf, kıvrıla kıvrıla yanmaya başladı. Biterken ikincisini, sonra üçüncüsünü attım.

Munise, anlayamadığım bir hisle göğsüme sokulmuştu. Mektuplar birer birer yanarken, karşımızda ölmek üzere olan bir insan varmış gibi susuyorduk. Sıra dördüncüye geldiği vakit, içime dayanılmaz bir pişmanlık acısı çöktü. Fakat ötekiler yandıktan sonra, bunu bırakamazdım. Kalbimin bir parçısı-nı koparır gibi ıstırapla onu da attım.

Son mektup ötekiler gibi birdenbire tutuşmadı, bir ucundan ince bir duman çıkarak için için yanmaya başladı. Sonra, zarfın gevşeyip açıldığını, ince yazılarla dolu bir kâğıdın yavaş-yavaş yanmaya başladığını gördüm. Artık tahammül edemiyordum. Munise, gönlümden geçenleri biliyor gibi, birdenbire eğildi elini ateşe sokarak son mektubun bir parçasını kurtardı.

*

Onu ancak çocuğu uyuttuktan sonra okumaya cesaret ettim. Yalnız şu satırlar kalmıştı.

"Annem geçen sabah yüzüme bakarken ağlamaya başladı: 'Ne var anne? Niçin ağlıyorsun?' diye sordum. Evvela söylemek istemedi: 'Hiçbir şey yok. Bir rüya gördüm!' dedi. İnat ettim, yalvardım, nihayet söylemeye mecbur oldu. Sakin sakin ağlayarak şunları söyledi:

"Rüyamda onu gördüm. Karanlık bir yerlerde dolaşıyor önüne gelene: 'Feride buralarda mı? Allah rızası için söyleyin! diyordum. Yüzü örtülü kadın beni elimden tutarak tekkeye benzeyen loş bir yere soktu:

işte Feride şurada yatıyor. Boğaz hastalığından öldü' dedi. Baktım, evlatçığım, gözleri kapalı yatıyor. Daha yanağı-nın rengi bile solmamış. O acı ile, ağlaya ağlaya uyandım. Ölü, diri getirir derler, değil mi, oğlum? Feride'yi yakında göreceğim, değil mi, Kâmran?

Annemin sözlerini sana aynen yazdım. Beni bir tarafa bırak. Fakat annen demek olan bu ihtiyar kadını daha ziyade ağlatmak doğru mu? Teyzenin rüyası o günden beri benim de rüyam oldu. Ne vakit gözlerimi kapayacak olsam seni uzak bir memleketin karanlık bir odasında; gözlerin kapalı, siyah saçların, taze yüzün..."

Mektup parçası burada bitiyor, bana sadece teyzemin matemini anlatıyordu. Kâmran, görüyorsun ki, bizi her şey birbirimizden ayırıyor. Seninle artık iki düşman bile değiliz; birbirimizi hiç, ama hiç görmeyecek iki yabancıyız.

Zeyniler, 5 Şubat

Dün gece, geç vakit bataklık tarafından silah sesleri gelmeye başladı. Ben korktum; fakat Munise, hiç telaş etmedi.

- Her zaman olur, jandarmalar eşkıya kovalıyor, dedi.

Silah sesleri seyrek fasılalarla on dakika kadar devam ettikten sonra durdu.

Bu sabah, havadisi öğrendik. Munise'nin tahmini doğruymuş.

Postacı soyan birkaç serseri ile jandarma arasında bir çarpışma olmuş. Jandarmalardan biri ölmüş, öteki ağır yaralı olarak Zeyniler'in misafir odasına getirilmiş.

Öğleye doğruydu, küçük Vehbi, soluk soluğa mektebe geldi, beni elimden yakalayarak:

- Kız hocanım, çabuk zarnını (çarşaf olacak) giyin, gel be. Seni misafir odasına çağırıyorlar, dedi.

- Kim çağırıyor?

- Hekim çağrıyor, babam söyledi.

Hemen çarşafımı giydim. Vehbi önde, ben arkada misafir odasına gittik.

Burası, iki basık oda ile merdivenli, çarpık bir sofadan ibaret viran bir hayat. Gece, kar, hastalık gibi sebeplerle yoluna devam edemeyen yolcuları burada barındırıyorlar. Sevaplarına biraz yiyecek veriyorlar.

Kapıda burnundan havaya soğuk dumanlar çıkararak eşinen güzel bir atın yüzünü okşadıktan sonra içeri girdim. Avlu, karanlık olduğu için lamba yakmaya mecbur olmuşlardı.

Kalın kaputlu; kocaman çizmeli, şişman bir askeri doktor, merdiven basamağına oturmuş bir şeyler yazıyor, avluda yüzü seçilmeyen birkaç kişi ile konuşuyordu. Çehresini yandan görüyordum. Dolgun beyaz bıyıklı, kalın kaşları, canlı ve sevimli bir yüzü vardı. Fakat, Yarabbi, bu adam konuşuyorken ne kadar kaba hatta ayıp kelimeler kullanıyordu. O kadar ki, bir ara, tersyüzü geri dönmeyi aklımdan geçirdim.