Çocuklar, yemeklerini, kitaplarını, mektebe yakılmak için kırlardan getirdikleri çalı çırpıyı buraya saklarlarmış.
Hatice Hanım, bu dolabın başka bir vazifesi olduğunu da söyledi. Öteden beri, dayakla uslanmayan yaramazları bunun içine hapsederek adam edermiş. Muhtarın, Vehbi isminde bir küçük oğlu varmış ki, hemen bütün zamanını bu sandığın içinde geçirirmiş. Bu çocuk, bir yaramazlık yaptığı zaman kendiliğinden dolaba girer, tabuttaki cenaze gibi sırtüstü yatar ve yine kendi eliyle kapağı kaparmış.
Ben, hayretle:
- Muhtar Efendi buna bir şey demiyor mu? diye sordum. Hatice Hanım, başını salladı:
- Muhtar, memnun oluyor. Aferin sana Hatice Hanım. İyi ki aklıma getirdin. Bizim evde bir dolap var. İnşallah, hınzırı yaramazlık ettiği zaman ben de onun içine kapatayım, diyor.
- Güzel terbiye usulü! Mektepte erkek çocuk da var mı?
- E, var, iki, üç tane. Büyücekleri Garipler Köyü'ndeki erkek mektebine gönderiyoruz.
- Garipler Köyü nerede?
- Şu karşıdaki ağaran kayaların ardında.
- Yazık değil mi çocuklara, karda kışta oraya kadar nasıl gidip geliyorlar?
- Onlar yola alışıktır, yağmursuz havalarda bir saate bile kalmadan giderler. Sadece yağmurlu, çamurlu, karlı havalarda biraz zorluk çekiyorlar.
- Peki, niçin onları da burada okutmuyoruz?
- Kadın, erkek bir arada okur mu?
- Onları erkekten mi sayacağız?
- Elbette kızım, on ikişer, on üçer yaşında koca delikanlılar.
Hatice Hanım, biraz durdu, dilinin altında bir şey vardı ki, söylemeye çekiniyordu. Nihayet cesaret etti:
- Hele şimdi hiç caiz olmaz!
- Neden?
- Sen pek gencecik bir hocanımsın da ondan, kızım.
istanbul'da, bir "Horozdan kaçan namuslu kadın" tabiri vardır. Bizim Hatice Hanım, tam o cinsten bir insan olacaktı. Cevap vermeye lüzum görmeyerek başka şeylerle meşgul oldum.
Büyük fedakârlıklarla meydana gelen levazımdan mühim bir kısmı da beş tane eski biçimli, hantal mektep sırasıydı. Fakat tuhafı şu ki, bunları kullanmaya lüzum görmeyerek dershanenin bir köşesine alıvermişlerdi.
- Niye böyle yaptınız, Hatice Hanım? dedim.
- Ben yapmadım, eski hocanım yaptı kızım, dedi. Çocuklar böyle yerlere oturmaya alışmışlardır. Minare gibi şeyin üstünde adamın zihnine ders girer mi? Hocanım müfettiş falan gelir diye büsbütün atmaya da korktu. Çocuklar, mektebe geldikleri vakit evvela oraya oturtuyoruz. Sonra ders okuyacakları zaman şuradaki hasırın üstüne indiririz.
ihtiyar kadına, bana yardım etmesini söyleyerek hasırı kaldırdım. Yerleri temizledikten sonra, sıraları dizerek bir sınıf haline getirdim.
Hatice Hanım'ın çehresinden memnun olmadığı anlaşılıyordu, fakat bana karşı koymaya cesaret edemiyor, ne dersem yapıyordu. Ben, ellerim toz toprak içinde bu işleri bitirmeye çalışırken talebelerim de birer birer sökün etmeye başlamışlardı.
Zavallıların kıyafetleri öyle sefil ve perişandı ki, hemen hiçbirisinde çorap, potin yoktu. Başlan, eski püskü bez parçalarıyla sımsıkı kundaklanmış, çıplak ayaklarındaki nalınları şakırdata şakırdata dershanenin kapısına kadar geliyorlar, orada nalınlarını çıkartarak yan yana diziliyorlardı.
Çocuklar, beni görünce birdenbire ükmüşlerdi. Utana utana kapıdan bakıyorlar, kendilerini çağırdığım zaman kollarıyla yüzlerini kapıyorlar, yahut kapının arkasına saklanıyorlardı. O kadar ki, bazılarını bileklerinden tutarak yarı zorla sınıfa sokmaya mecbur oldum.
Yanıma geldikleri zaman gözlerini sımsıkı yumarak öyle bir el öpüşleri vardı ki, gülmemek için kendimi zor zapt ediyordum.
Besbelli, köyün bir âdeti olan bu öpücüklerden her biri gülünç bir ahenkle saklıyor ve elimin üzerinde hafif ıslaklık bırakıyordu. Yavrucakları kendime ısındırmak için her birine bir iki hoş kelime söylüyordum. Fakat onlara, mümkün olduğu kadar tatlı bir sesle sorduğum sualleri -insanı mahcup edecek kadar inatçı bir sükûnetle- cevapsız bırakıyorlar, yalnız birçok naz ve niyazdan sonra adlarını söylemeye razı oluyorlardı.
"Zehra, Ayşe, Zehra, Ayşe, Zehra, Ayşe."
Aman Yarabbi! Bu köyde ne çok Ayşe ve Zehra vardı. H ' de gülecek halde olmamama rağmen, aklıma tuhaf şeyler ge yordu: Mesela bir müfettiş gelse de talebelerimi tanıtmamı i tese: "Dokuz Ayşe ile on iki Zehra var!" diye çabucak işin için-, den çıkacaktım. Sonra, kolaylık olması için, Ayşeleri dershane-nin bir tarafına, Zebraları öteki tarafına oturtmak, bahçede top oynatırken (çünkü teneffüslerde bu çocukları muhakkak eğlen-direcektim) Ayşeler bu yana, Zebralar bu yana, diye gruplar yapmak mümkündü.
Kendimi tutamayarak, gizli gizli eğlenmeye başlamıştım. Yeni gelen kız çocuklarına: "Kızım, sen Zehra mısın, yoksa Ayşe mi?" diye soruyor ve çok kere umduğum cevabı alıyordum.
Yumruk yüzlü bir küçük kız, hepsinden cesur çıktı. Kara gözlerini yüzüme kaldırarak "Sen ne biliyorsun benim adımı?" diye hayret etti.
Talebelerimi birer birer sıralara oturtuyor, yerlerini bellemelerini tembih ediyordum. Zavallıların hali görülecek şeydi. Bir türlü sıralara yerleşmesini beceremiyorlar, ağaç dalına yahut asma çardağına oturmuş gibi garip vaziyetler alıyorlardı.
Yanlarından ayrıldığım zaman göz ucuyla bana bakıyorlar tuhaf bir surette sallanan kirli bacaklarını -kabuğuna çekilen kaplumbağalar gibi- yavaş yavaş çekerek altlarına alıyorlar. Ne yapalım, yavaş yavaş alışacağız.
Bir şey pek tuhafıma gitmişti. Utana sıkıla yanıma gelen, gözlerini kapayarak el öpen, köylü gelini gibi nazlı ağızlardan bir kelime alınabilen bu çocuklar, kitaplarını açar açmaz dik bir sesle bağıra bağıra okuyorlardı. Sınıf kalabalıklaştıkça gürültü artmaya, başımı iyiden iyiye sersemletmeye başlamıştı.
Hatice Hanım'a:
- Her zaman böyle bağıra çağıra mı çalışırlar? Buna dayanılır mı? diye sordum.
O, biraz hayretle yüzüme baktı.
- Elbette kızım! Mektep bu. Keser vurmadan ağaç yontulur mu? Ne kadar ses çıkarırlarsa, ders o kadar zihinlerinde yer eder, diye eevap verdi.
Sınıf, hemen hemen dolmuştu. Mektebin tek güzel ve ye-ni eşyası olan hoca kürsüsüne, kuvvetle elimi vurdum. Lakırdı söyleyerek, sessiz çalışmalarını tembih edecektim. Fakat benim gürültümü merak edip başını kaldıran bile olmadı. Hatta taşlanmış bir arı kovanı gibi, uğultu bilakis daha fazla arttı
"Euzübillahi, ebced, hevvez, huti, cim üstünde ce, cim esre ci."
Çocukları yola getirmek için, herhalde epeyce sıkıntı çekeceğim anlaşılıyordu. Fakat neticede muvaffak olacağıma hiç şüphem yoktu.
Hatice Hanım'a:
- Bugün, sen yine bildiğin gibi okut, Hatice Hanım. Ben, sınıfı nizama sokmadan derse başlamayacağım, dedim, ihtiyar kadın, şüpheli bir bakışla:
- Biz ne gördükse, onu okutuyoruz kızım. Sizin bildiklerinizi bilmeyiz, ne yapalım, mektepli değiliz ki, dedi.
Kadıncağızın ne demek istediğini sonradan anladım. Hati-j ce Hanım, kendisini imihana çektiğimi zannetmiş, iki yüz ellij kuruş aylığı kaybetmekten öyle korkuyordu ki...
Havanın açık olmasına rağmen kızlardan birkaçı başlar eski peştemallarla örtülü olarak mektebe gelmişlerdi. Hatic^ Hanım'a bunların niçin böyle yaptıklarını sordum.
O, hemen her sualim gibi buna da hayretle cevap verdi:
- ilahi kızım, bunlar koskoca gelinlik kızlar. Sokakta baş j açık gezecek değiller ya.
Aman Yarabbi, bu on, on ikişer yaşındaki solucan gibi so-| luk, renksiz çocuklar mı yetişkin kız? Ben, hakikaten çok tuha bir yere düşmüşüm.
Böyle olmakla beraber bir dereceye kadar sevindim. Bur lara gelinlik kız diyenler bana elbette evde kalmış ihtiyar gözüyle bakacak, kimse artık çocuk diye eğlenmeyecektir.
En geç mektebe gelenler erkek çocuklardı. Bu delikanlı lar, büyük adam gibi ev işi görürler, kuyudan su çekerler, ine sağarlar, dağdan odun taşırlarmış.
Hatice Hanım, onlara, biraz dışarıda durmalarını söyledi, sonra mahcup mahcup:
- Galiba başörtüsünü unutmuşsun kızım, dedi.
- Buna lüzum var mı?
- E, hakçası aranırsa var. Ben karışmam ya, baş açık ders okutmak günah olmaz mı?
"Biliyorum" demeye utandım, hafifçe kızararak: "Gelirken başörtüsünü almayı unuttum da" diye yalan söyledim.
Hatice Hanım:
- Peki kızım, sana temiz bir tülbent vereyim, dedi. Odasında açılıp kapanırken çıngır çıngır öten bir sandıktan yeşil bir yemeni çıkarıp verdi.
Başa gelen çekilecek, ne çare! Yemeniyi saçlarımın üstüne attım, iki ucunu istanbul sokaklarında fal bakan Çingene kızları gibi çenemin altından iliştirdim.
Pencerelerden birinin kapalı kepengi, önündeki camı soluk bir endam aynasına benzetmişti.
Belli etmeden pencerenin önüne gittim, kendimi seyretmeye başladım. Ben, mektep hocası olduktan sonra, kendime bir kıyafet düşünmüştüm. Fikrime göre bir hoca vazife başında, başka kadınlar gibi giyinemezdi.
icadım çok sadeydi. Dizkapaklarıma kadar siyah parlak satenden bir gömlek, belde kayış bir kemer, kemerin altında mendil ve not defteri için iki küçük cep.
Yalnız bu siyahlıkları biraz açmak için beyaz ketenden geniş bir yaka. Ben, uzun saçı hiç sevmem, fakat hoca olduktan sonra başımı böyle bırakamazdım. Bir aydan beri, saçlarımı uzatmaya başladığım halde, henüz omuzlarıma inememişti.
ilk ders için bu dediğim tarzda giyinmiş, saçlarımı aksilik edip alnıma düşmesinler diye sıkı sıkı fırçalamıştım. Parlak siyah gömleğimin, fırçadan kuı tulur kurtulmaz isyana başlayan kısa saçlarımın üstündeki bu yeşil tülbent, o kadar tuhaf duruyordu ki, gülmemek için adeta dudaklarımı sıkıyordum.
*
Kendilerinden kaçmak için saçlarımı Hatice Hanım'ın yeşil tülbentiyle örttüğüm delikanlı talebelerimi takdim edeyim:
Evvela, fare gibi sandıkta vakit geçiren küçük Vehbi, hakikaten eğlenceli bir fındıksıçam. Boncuk gibi kara, parlak gözleri, küçük kurnaz yüzü, sivri çenesiyle mektebin en şeytan çocuğu...
"ÇALIKUŞU" отзывы
Отзывы читателей о книге "ÇALIKUŞU". Читайте комментарии и мнения людей о произведении.
Понравилась книга? Поделитесь впечатлениями - оставьте Ваш отзыв и расскажите о книге "ÇALIKUŞU" друзьям в соцсетях.