O insan, bana yine şimdiye kadar kimseden işitmediğim güzel sözler söyledikten sonra, beni yanına aldı, Nazır'ın odasına götürdü.

O geçerken hademeler ayağa kalkıyor, kapılar adeta kendiliklerinden açılıyordu.

Yarım saat sonra B... Vilayeti'nin.merkez rüştiyesinde açık bulunan bir coğrafya ve resim muallimliğine tayin edilmiş bulunuyordum.

Çalıkuşu, o akşam Eyüp'e dönerken sevincinden adeta uçuyordu. Bundan sonra, o da artık kendi ekmeğini kendi kazanan bir insandı. Kimse, artık ona, adına merhamet ve himaye denen büyük hareketi yapmaya cesaret edemeyecekti.

Üç gün sonra, her muamele bitmiş, harcırahımı almış bulunuyordum.

Bir sabah, Gülmisal Kalfa beni vapura getirdi. Şahap Efendi, erkenden rıhtıma gelmiş, bizi bekliyordu. Bu çocuğun insanlığını dünyada unutamayacağım. Her işimle uğraşmış, gittiğim yerde, ineceğim otelin adresine kadar hiçbir şeyi ihmal etmemişti. Şimdi- de erkenden hâlâ sarılı hasta boğazıyla, rıhtımın rüzgârı ve rutubeti içinde beni uğurlamaya geliyordu.

Bavulumu, yol hediyesi olarak getirdiği küçük bir kutu ile beraber, kamarama kendi eliyle yerleştirdi. Tekrar tekrar inip çıkarak kamarotlara tembihler veriyor, yorulup üzülüyordu.

Vapur kalkıncaya kadar, güvertenin bir köşesinde oturduk.

insan, ayrılık saatinde durmadan konuşmalı, nesi varsa söyleyip bitirmeli değil mi? Halbuki bu bir saat içinde, Gülmisal Kalfa ile belki, on çift söz konuşmadık. O, sönük mavi gözleriyle denizi seyrediyor, ellerimle oynuyordu. Yalnız vapur kalkacağı zaman dayanamadı: "Anneni buradan vapura bindir-dim, Feride. Hem, o senin gibi yalnız değildi, inşallah yine seni böyle kucağıma alırım." dedi, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

Şahap Efendi'nin yanımızda olmasına rağmen, ben de galiba kendimi tutamayacaktım. Fakat o esnada bir kargaşalık oldu; "Haydi hanım, merdiven kalkıyor!" diye kalfacığımı omuzlarından yakaladılar, tartaklaya tartaklaya merdivenden indirmeye başladılar.

Küçük kâtip hâlâ yanımda duruyordu. Teşekkür için elimi uzattığım vakit, benzini sapsarı, gözlerini dolmuş gördüm, ilk defa dikkatle yüzüme bakmaya, adımı söylemeye cesaret etti:

- Feride Hanım, büsbütün gidiyorsunuz demek, dedi. Bu ayrılık dakikasının bir bulut gibi üstüme çöken ağırlığına rağmen gülümsemekten kendimi alamadım.

- Artık şüphe kaldı mı? dedim.

O, bir şey söylemedi, elini elimden çekerek koşa koşa merdivenden indi.

Deniz yolculuğunu çok severim. Altı, yedi yaşında bir küçük kızken, babamın neferiyle beraber yaptığım seyahatin zevki hâlâ içimdedir. Vapur, vapurdaki insanlar, hatta Hüseyin, unutulmuş, büyük bir denizi uçarak geçen bir kuşun hayalinde ne kadar kalması mümkünse, bende de aşağı yukarı ona benzer bir şey kalmıştır. Her tarafı akıcı parıltılarla dolu bir mavi boşluk içinde uçmak sorhoşluğu. Denizin bendeki bu çılgın tesirine rağmen, güvertede kalmaya tahammül edemedim, vapur Sarayburnu'nu dönerken, kamarama indim. Şahap Efen di'nin getirdiği kutu, bavulumun üzerinde duruyordu. Ne oldu ğunu merak ederek açtım. Bir kutu fondan... Benim dünyadc en delicesine sevdiğim şey.

Küçük kâtibin hediyelerinden birini dudaklarıma götür düm. Fakat birdenbire gözlerimden yaşlar boşandı. Niçir böyle ağlıyordum, bilmiyorum! Kendi kendime söz anlatmak istedikçe gözyaşlarına artıyor, göğsümü tıkıyordu. Sebepsiz ıstırabım bu biçare şekerden geliyormuş gibi, gayri ihtiyarı, kutuyu yakaladım, kamaranın minimini penceresinden denize fırlattım.

Evet, dünyada bu gözyaşlarından daha manasız şey olamaz. Bunu anlıyorum. Fakat buna rağmen, hâlâ şimdi, bu satırları yazarken kirpiklerimden yaşlar süzülüyor, önümdeki defter kâğıdını fiske fiske kabartıyordu.

Bu, acaba dışarıda sessiz sedasız yağan yağmurun tesiri mi? Şimdi istanbul nasıl? Orada da böyle yağmur var mı? Yoksa Kozyatağı'ndaki bahçe, şimdi ay ışıkları içinde pırıl pırıl yanıyor mu?

Kâmran, ben sadece senden değil, senin olduğun yerlerden de nefret ediyorum.

Bu sabah, uyandığım vakit günlerden beri devam eden yağmuru dinmiş buldum. Bulutlar dağılmıştı. Sadece, pencerenin karşısındaki yüksek dağ tepelerinde yer yer ince dumanlar tütüyordu.

Gece yatarken pencereyi kapatmayı unutmuşum. Hafif bir sabah rüzgârı, karyolanın örtülerine, dağınık saçlarıma vuran güneş ışıklarını sarı pullar gibi titretiyor, parça parça dağıtıyordu.

Beş günden beri bu küçük otel odasında, sinirlerim iyice bozulmuştu. Gece bir aralık uyanmış, yanaklarımı, üzerine kırağı yağmış yapraklar gibi ıslak bulmuştum. Yastığım da öyleydi. Demek ki uykumda ağlamıştım. Halbuki, şimdi bir parça güneş; neşemi hatta ümidimi yeniden canlandırıyor, vücuduma mektep yatakhanesinde uyandığım bahar sabahlarının hafifliğini veriyordu.

Bugünün bana, güzel bir haber getirmesine imkân yoktu. Artık, bir şeyden korkmuyordum. Sevinçle yatağımdan fırladım, eski biçim küçük lavabonun önünde yıkanmaya başladım.

Temiz bir su birikintisine başlarını daldırıp çıkaran kuşlar gibi silkintilerle suları etrafa, karşımdaki aynanın camına sıçratıyordum.

Kapı hafifçe vuruldu. Hacı Kalfa'mn sesi:

- Sabah şerifler hoyrolsun hocanım, sen yine erkencisin bugün, dedi.

- Bonjur Hacı Kalfa, dedim, öyle oldu. Sen nereden anladın benim uyandığımı? Hacı Kalfa güldü:

- Ne bileyim, kuş gibi ıslık çalıp duruyorsun. Hakikaten, kuşa benzeyen bir tarafım olduğuna kendim de inanmaya başlıyordum.

- Kahvaltını getireyim mi?

- Bugün kahvaltı etmesem olmaz mı? Ses, bu defa hiddetlendi:

- Yok... Olmaz. Ben, öyle şey istemem. Gezme yok, eğlenme yok, mahpus gibi tıkıldın, kaldın. Bir de yiyecek yemez-sen karşıki komşuna dönersin sonra.

Hacı Kalfa, bu son sözü karşı odadaki komşuya işittirmemek için, ağzını anahtar deliğine koymuş, sesini alçaltmıştı.

Bu Hacı Kalfa ile ne iyi dost olmuştuk. İlk sabah uyanır uyanmaz giyinmiş, çantamı koltuğuma alarak sıçraya sıçraya otelin merdivenlerinden inmeye başlamıştım. Hacı Kalfa, yine o beyaz peştemalıyla küçük bir havuzun yanında nargile temizliyordu.

Beni görünce kırk yıllık bir ahbap gibi:

- Hayrola Feride Hanım, sen niye böyle erken uyandın, ya? Ben seni yol yorgunluğu ile öğleye kadar uyur sandım; demişti.

Ben gülerek:

- Öyle şey olur mu? Vazife sahibi bir hoca, öğleye kadar nasıl yatar? demiştim.

Hacı Kalfa, nargilesini bırakarak ellerini beline dayamış:

- Şuna bak hele! Daha kendi çocuk, anladın mı efendim, ayağının tozuyla mektebe gider çocuk okutmaya, diye gülmeye başlamıştı.

Ben Maarif Nezareti'nden tayin kâğıdımı aldığım dakikadan beri, artık, hafiflik etmemeye yeminliydim; fakat Hacı Kal-fa'nın bir bebekle konuşur gibi hali karşısında, ben de birdenbire çocuklaşmış, çantamı top gibi havaya atıp tutmuştum.

Bu hareket, Hacı Kalfa'yı büsbütün keyiflendirmişti. Ellerini birbirine vurarak:

- Yalan mı? dedi. Daha sen, kendin çocuksun! diyor ve kahkahalarla gülüyordu.

Bir otel odacısıyla bu derece yüz göz olmak ne kadar doğru bilmiyorum, fakat ben de onunla beraber gülmüş, öteden beriden konuşmaya başlamıştım.

Hacı Kalfa, kahvaltı etmeden mektebe gitmeme katiyen razı değildi:

- Akşama kadar öyle aç açına el âlemin yumurcaklarıyla uğraşılmaz, anladın mı efendim? Sana peynir, süt getirivere-yim. Hem, efendim, bu daha ilk gün, acelesi müstacel değil, diye beni zorla havuzun başına oturtmuştu. Bu saatte otelin avlusunda kimseler yoktu.

Hacı Kalfa, karşıki dükkânlardan birine:

- Molla, bizim hocanıma istanbul simidiyle beraber süt getiriver, diye seslenmiş, sonra da bana dönerek:

- Molla'nın sütü de süttür hani. Sizin istanbul sütleri bunun yanında nargile suyu gibi kalır, demişti.

Hacı Kalfa'nın rivayetine göre Molla, yaz kış ineklerini armutla besler, onun için sütleri armut kokardı.

- Ancak, Molla'nın kendi de az buçuk armut kokar, diye alay ediyordu.

Ben, havuzun başında kahvaltı ederken Hacı Kalfa, bir yandan nargilelerini çalkalıyor, bir yandan bitip tükenmez şehir dedikodularıyla beni eğlendiriyordu. Aman Yarabbi, bu adam, neler biliyordu! Hele mektep hocaları hakkında... Her birini kaç kat elbiseleri olduğuna varıncaya kadar içli dışlı tanıyordu.

- Az eğlen, seni ben götüreyim. Mektep yakındır, ancak yollar karmakarışıktır. Sonra kaybolursun, demiş sakat ayağıyla önüme düşerek beni, hakikaten kendi kendime kaybolacağım Merkez Rüştiyesi'nin yeşil boyalı tahta kapısına kadar götürmüştü.

Görünüşü ne kadar sefil olursa olsun, o gün, mutlaka sevmek azmiyle girdiğim bu mektepte nasıl bir felâketle karşılaştığımı tafsilatıyla anlatmalıyım.

Kapıcı kulübesinde kimse yoktu. Bahçeden geçerken hareli bir dokuma çarşafa sımsıkı bürünmüş, yüzü iki katlı peçeyle kapalı bir kadına tesadüf ettim. Kolunda eski bir meşin çanta ile sokağa çıkmaya hazırlanıyordu. Beni görünce durdu. Dikkatli dikkatli bakmaya başladı:

- Bir şey mi istiyorsunuz, hanım?

- Müdire Hanım'ı göreceğim.

- Bir işiniz mi var? Müdire benim.

- Öyle mi efendim? dedim. Ben yeni Coğrafya ve Resim hocanız Feride'yim. Dün istanbul'dan geldim.

Dokuma çarşaflı müdire yüzünü açmıştı. Beni tepeden tırnağa kadar süzdü, sonra tereddütle:

- Bir yanlışlık olmasın kızım, dedi. Bizim coğrafla ve resim hocalığı açıktı, fakat bir hafta evvel Gelibolu mektebinden bir hoca gönderdiler.

Fena halde şaşırmıştım:

- imkânı yok efendim, dedim. Beni Maarif Nezareti'nden gönderdiler. Emrim çantamda.

- Fesuphanallah, fesuphanallah, dedi. Emrinizi göreyim, bakayım.

Kadıncağız, kâğıdı birkaç kere okudu, tarihine baktı, sonra başını sallayarak:

- Böyle yanlışlıklar ara sıra oluyor, dedi. Fakında olmadan ikinizi de aynı yere tayin etmişler. Vah Huriye Hanım, vah!

- Huriye Hanım kim efendim?