- Olacak gibi değil. Beni, sefaret kâtibi olarak yanına almak istiyor. Muayyen bir mesleği, yahut bir memuriyeti olmamasını bir erkek için eksiklik sayıyor. Ben, tabii onun fikirlerini söylüyorum. "İlerde bir sefaret memuruyla beraber Avrupa'ya gitmek belki Feride'yi de memnun edecektir" diyor. Ne bileyim, birtakım sözler...

Bahis ciddileştiği için Kâmran muhasaraya nihayet vererek doğrulmuştu. Ben de, hemen yerimden kalktım.

Konuşmamız devam etti:

- Bu teklife niçin "Olacak şey değil" dedin? Avrupa'ya gitmek seni memnun etmeyecek mi?

- O cihetten söylemiyorum. Bundan sonra, ben artık hareketlerimde serbest bir insan değilim. Hayatıma taalluk eden her şeyi seninle konuşmaya mecburum. Öyle değil mi?

- O halde gidebilirsin.

- Demek, benim istanbul'dan ayrılmama razı oluyorsun, Feride?

- Mademki bir erkek için mutlaka bir meslek lazımmış...

- Sen, benim yerimde olsan gider miydin?

- Zannederim ki, giderdim. Yine zannedirim ki, senin de şimdi öyle yapman lâzım.

itiraf etmeliyim ki, bu sözleri yalnız dudaklarım söylüyordu. Yoksa, içimden bu dakikada büsbütün başka türlü konuşuyordum. Mamafih, bana da hak vermen lâzım. "Ben seni bırakıp gideyim mi?" diye sorana başka türlü cevap bulunur mu?

Öte taraftan, Kâmran da, bu ayrılığı bu kadar kolay kabul etmeme müteessir oluyordu. Bana bakmadan odanın içinde bir iki adım yürüdükten sonra döndü, aynı suali tekrar etti:

- Demek amcamın teklifini kabul etmemi doğru buluyorsun?

- Evet.

- O halde düşünürüz. Kati bir karar vermek için, daha vaktimiz var.

Yüreğim hafifçe burkuldu. "Düşünürüz" deyince artık mesele kalmıyor muydu?

Herkesin daima benden istemiş olduğu gibi, bir büyük insan ağırbaşlılığıyla konuşmaya başladım:

- Ben, daha fazla düşünmeye değer bir şey görmüyorum. Amcanın teklifi hakikaten hoş bir teklif. Kısa bir seyahat hiç fena olmaz.

- Bir memuriyet, o kadar kısa bir şey mi, Feride?

- Doğrusu, pek uzun da sayılmaz. Bir, iki, üç, dört senecik. Göz yumup açmcayakadar geçer... Tabii arada geleceksin de...

Bu bir, iki, üç, dört seneyi parmaklarıyla o kadar kolay sayıyordum ki...

Kâmran'ı bir ay sonra, Galata rıhtımından vapura bindiriyorduk. Onu, Avrupa'ya gitmeye teşvik ettiğim için, arkabala-nmın hepsi beni tebrik ediyorlardı. Yalnız Müjgân, bundan memnun olmadı. Tekirdağ'dan bana yazdığı mektupta, "Hiç iyi yapmadın, Feride" diyordu. "Mani olmalıydın. En güzel senelerinizi ayrı geçirmekte ne mana vardı? Dört sene, biter tükenir şey mi?"

Mamafih bu dört sene Müjgân'ın korktuğundan çok daha çabuk geçti.

Kâmran tekaüt olan amcasıyla beraber büsbütün istanbul'a döndüğü zaman ben bir ay evvel mektepten çıkmış bulunuyordum.

Mektepten çıkmak! Ben, içinde yaşadığım müddetçe bu loş binaya "güvercinlik" adını vermiştim. Elimde iyi kötü bir diploma ile kendimi dışarı atacağım günün benim için bir kurtuluş bayramı olacağını söylerdim. Fakat günün birinde güvercinliğin kapısı açılınca kendimi; boyumu bir hayli uzatan yeni siyah çarşafım, uzun topuklu iskarpinlerimle sokakta bulunca neye uğradığımı şaşırdım. Üstelik teyzem de köşkte düğün hazırlıklarına başlamış. Bu, beni büsbütün çileden çıkardı.

Köşk, boyacılar, dülgerler, terziler, uzak semtlerden gece yatısına gelmiş akrabalarla dolup boşalıyordu. Hekes, kendine göre bir işle meşguldü. Kimi, şimdiden davet mektupları yazıyor, kimi, eksikleri tamamlamak için çarşı pazar dolaşıyor, kimi dikişle uğraşıyordu. Ben, şaşkınlığımın içinde işi serseriliğe vurmuştum. Bir işe yaramak şöyle dursun, başkalarının işlerine bile engel olacak türlü münasebetsizlikler yapıyordum. Son parti bana, bir delilik arız olmuştu. Eskiden olduğu gibi, misafir çocuklarını peşime takıyor, köşkün altını üstüne getiri-yordum.

Her yer gibi, mutfakta da tamir ve boya vardı. Bunun için yeni aşçı, kabını kaçağını arka bahçede kurduğu bir çadıra nakletmiş, açıkta yemek pişirmeye başlamıştı.

Bir akşamüstü onun, çadırın önünde tatlı kı/artığını gördüm ve derhal aklıma bir şeytanlık geldi:

- Çocuklar, dedim. Siz şu kümeslerin arkasına saklanınız. Hiç sesinizi çıkarmayın. Ben.'size tatlı çalıp getireceğim.

Aradan beş dakika bile geçmeden elimde dolu bir tabakla küçük arkadaşlarımın yanına dönüyordum.

En iyisi, çocuklara paylarını dağıttıktan sonra, herbirini bahçenin bir köşesine dağıtmak ve tabağı kümesin içine saklamaktı. Fakat ben bunu, daha doğrusu aşçının, hırsızlığı fark edince hiddetle öteye beriye koşacağını akıl edememiştim.

Biraz sonra, mutfak çadırının önünde bir kıyamettir koptu. Aşçı, "Bunu yapanın vallahi billahi kemiklerini kıracağım!" diye bağırıyordu. Fena halde korkan küçükler beni dinlemeyerek, kaçışmaya başladılar ve şüphesiz pek iyi de ettiler. Çünkü, biraz sonra, aşçı izimizi keşfediyor, elindeki kocaman kepçeyi bir sopa dehşetiyle sallayarak deli gibi üstümüze saldırıyordu.

Hain adam, aralarında beni en büyük gördüğü için, ötekileri bırakıp beni kovalamaya başlamıştı. Bu arada ayağı takılıp yere boylu boyunca yuvarlanınca, hiddeti büsbütün arttı.

Aşçı yabancı, vaziyet ise çok nazikti. Yakalanırsam, derdimi anlatıncaya kadar hiç olmazsa bir, iki kepçe yiyecek, rezil olacaktım.

Köşk tarafına doğru manevra yapmaya imkân olmadığı için, çaresiz sokak tarafına koşuyor, çığlık çığlığa haykırıyor-dum.

Allah'tan olacak, sabahtan beri çalışan terzi matmazel, Dilber Kalfa ile beraber bahçeye hava almaya çıkmış. Yolun bir köşesinde onlarla karşılaşınca, "Geliyor" diye boyunlarına sarıldım ve arkalarına saklandım.

Dilber Kalfa, aşçının kepçesine karşı ellerini uzatarak:

"Ne yapıyorsun, aşçıbaşı, çıldırdın mı? O, gelin hanım, diye bağırdı.

Başka bir zamanda olsaydı, bu kelime için, Dilber Kalfa'yı, mutlaka hırpalardım. Fakat, o kadar korkmuştum ki, ben de gayri ihtiyari onunla beraber bağırıyordum:

"Vallahi ben, gelin hanımım, aşçıbaşı!"

Ben, bu aşçı kadar çılgın ve aksi insan görmedim. Kalfa ve matmazelin teminatlarına bir zaman inanmadı. "Yok, böyle hırsız gelin hanım olmaz!" diye söylendi; neden sonra, aklı yatınca da: "Öyleyse aferin gelin hanım sana!" dedi. "Alırsın öyleyse yeni pantolunu; bak, pantolonun dizkapağını da patlattırdın bana!"

Adamcağız, düştüğü zaman burnunu da çarpıp sıyırmıştı ama, bereket versin, onu tazminat hesabına katmıyordu.

Gizli kalması için, yaptığım işarlara rağmen, bu komedi duyuldu ve her yemekte bana bakıp bakıp gülmek âdet sırasına girdi.

*

Düğüne üç gün kalmıştı. Yine her akşamüstü mahut arka bahçenin kapısında çocuklarla ip atlarken, yeni bir hücuma uğradım. Fakat bu seferki hücumu yapan, ilkinde beni aşçıdan kurtarmaya çalışan terzi matmazel, altmış yaşında olmasına rağmen, bu akşam o da bana karşı ateş püskürüyodu.

- Rica ederim, matmazel, birkaç güne kadar size madam diyeceğim. Doğrudur bö yaptığın? Son provanızı yapmak için yarım saattir sizi arıyorum.

Daha fenası, Besime Teyzem de matmazelle beraberdi ve çatkın çehresi, münakaşa uzarsa ondan yana çıkacağını gösteriyordu.

- Pardon matmazel, buracıktaydım. Temin ederim ki işitmedim, dedim.

Teyzem, artık dayanamadı, bana çıkışacağı her zaman yaptığı gibi eliyle çenemi tutup okşayarak:

- Yavrucuğum, sen, kendi sesinden, kahkahandan kimseyi işitecek halde değilsin ki, dedi. Üç gün sonra da davetlilerimiz arasında yine böyle bir şey yapmandan adeta korkmaya başladım.

Her zaman, daha haşarı ve hoyrat görünmeme rağmen, o gün benim, en karışık heyecanlarla sarsıldığım, okşanmak ve anlaşılmak ihtiyacıyla için için eridiğim bir tarihti.

Çenemi teyzemin elinden çekmeden eteklerimi parmaklarımla iki yanından tuttum ve hafif bir reveransla dizimi büktüm:

- Üzülmeyin teyze, dedim. Çok değil, daha üç güncük dişinizi sıkmanız lâzım. O zaman benim için, teyzeden başka bir adınız ve sıfatınız olacak. Çahkuşu'nun teyzesine yaptığı naz ve şımarıklığı Feride'nin, o hanımefendiye yapmaya cesaret edemeyeceğini size temin ederim.

Teyzemin gözleri yaşardı, beni yanaklarımdan öperek:

- Senin her zaman annen oldum ve öyle kalacağım, Feri-dem, dedi.

Taşkınlığım o haldeydi ki, ben de onu birdenbire kalçalarından yakalayıp havaya kaldırdım ve tıpkı bana yaptığı gibi yanaklarından öptüm.

Matmazel, ufak bazı rötuşlardan başka eksiği kalmayan beyaz elbisemi ellerinde kaldırdığı zaman, kıpkırmızı kesildiğimi hissettim. Odadakileri birer birer okşayıp öperek yalvarmaya başladım.

- Ne olursunuz, siz dışarı çıkın. Gözünüzün önünde giyinmeyeceğim. Arasında etekli elbisesiyle Çahkuşu'nun bir tavus kuşu şekline girdiğini bir tasavvur edin. Aman,' ne gülünç! Kendim bile güleceğim. "Ne olur, bu iş adi tuvaletle olsun!" diye o kadar yalvardım, kimselere derdimi dinletemedim.

Matmazel, elindeki elbise ile üzerime geldikçe -birisi beni yakalamaya geliyormuş gibi- köşelere kaçıyor, tir tir titri-yodum.

Dışarıdakiler, gürültüyü artırıyorlar, mutlaka içeri girmek istiyorlardı.

- Bir parça daha, rica ederim, bir dakikacık, hepinizi çağıracağım, diye yalvardım. Fakat onlar inanmadılar:

- Aldatıyor, soyunduktan sonra çağıracak, diye bağrışarak kapıya dayandılar.

işte o zaman, iki taraf arasında heyecanlı bir uğraşmadır başladı.

Dışarıdakiler, çocuk, büyük karmakarışık itişerek, gülüşerek kapıyı zorluyorlardı. Ben kollarımın bütün kuvvetiyle içeriden müdafaa ediyordum.

Sofada demirli potinleriyle tepinerek: "Hücum... Hücum... Muharebe var" diye bağrışan çocukların sesine bütün köşk halkı koşuyordu.

Matmazel, omuz başımdan:

- Yapmayınız, Allah aşkına, çekilin, elbise parçalanıyor, diye bağırıyor, fakat sesini işittirmeye muvaffak olamıyordu.

Bir aralık, nedense gürültü kesilir gibi oldu. Kapıya bir ayak sesi yaklaşıyordu. Kâmran'ın sesi: