O gün nasılsa serbest kalan Kâmran'ın caddeden geçtiğini gördüm.

iri bir ağaç kökünde oturan Müjgân'ın yüzü deniz tarafına dönük olduğu için o, bunun farkında olmamıştı. Ben de görmezlikten gelerek bir yarım çevirme hareketiyle vücudumu aynı istikamete çevirmiştim. Fakat hiçbir şey görmediğim, işitmediğim halde onun bize doğru geldiğini seziyor, ensemde hafif bir ürperti hissediyordum. Müjgân:

- Ne o, sen birdenbire sustun, dedi ve başını çevirince on, on beş adım ileride Kâmran'ı gördü.

Ayaküstü birkaç dakikalık bir sabah sohbetinden kaçınmaya artık imkân kalmamıştı.

Kâmran, Müjgân'a takılmakla söze başladı:

- Bugün de şemsiyenizi unutmamışsınız, dedi. O, gülerek cevap verdi:

- Evet ama, bugün de yağmur tehlikesi var...

Kuzenim, kendi durgun ve kararsız mizacına benzeyen bugünkü havadan pek hoşlandığını anlatıyordu. Müjgân, buna itiraz etti. Elindeki şemsiyeyi açıp kapamakla eğlenerek:

- Güzel ama, insana hüzün veriyor, dedi. Bu mevsimden sonra günler ekseriya bugüne benzer. Sonra kış. Bilmezsiniz buranın kışı ne kadar sıkıcıdır:.. Babam aksi gibi öyle bir alıştı ki, başka bir yere kaydıracaklar diye ödü kopuyor.

Kâmran, şaka etti:

- O kadar aleyhinde bulunmayın. Kim bilir, belki zengin bir yerli ile evlenirsiniz.

Müjgân, işi ciddiye alarak başını salladı:

- Allah esirgesin, dedi.

Bu esnada yanımızdan -çıplak ayakla- bir balıkçı geçiyordu. Bir gün kendimi Marika diye tanıttığım ihtiyar balıkçı. Başı yine bir kırmızı mendille sanlı. Bana aşinalık etti:

- Çoktan görünmüyorsun, Marika, dedi.

- Bir gün sizinle balığa çıkmaya hazırlanıyorum, dedim.

Konuşa konuşa bayırın kenarına doğru yürümeye başladık.

Biraz sonra tekrar yanlarına döndüğüm zaman, Müjgân, kuzenime bu Marika hikâyesini anlatıyordu. Sözünü bitirdikten sonra bileğimden tuttu:

- Beni değil ama, galiba Feride'yi büsbütün Tekirdağ'da bırakacağız, dedi. Kısmeti çıktı. Isa kaptan diye bir balıkçının oğluna istiyorlar. Balıkçı deyip de geçmeyin. Son derece zengin bir insan.

Kâmran gülüyor:

- Milyoner de olsa o kadar demokrat olamayız, değil mi, Feride? diyordu. Ben, kuzen sıfatıyla buna katiyen razı olmam.

Akıllı uslu Müjgân'ı bugün hangi hain şeytan dürtüyordu. Kâmran'm bu sözüne karşı ne dese beğenirsiniz?

- Hepsi o kadar değil, Feride'nin daha yüksek kısmetleri de var. Mesela ateş gibi bir süvari zabiti her akşamüstü atıyla evimizin karşısına geliyor, kendini Feride'ye beğendirmek için tehlikeli hünerler yapıyor.

Kâmran, bu sefer kahkaha ile gülüyor. Fakat bu kahkahanın içinde deminki gülüşe benzemeyen, tuhaf bir şey, bir kırıklık vardır.

- Buna diyeceğim yok. Cevap vermek kendi hakkı, diyordu.

Müjgân'a gizli bir "Sana gösteririm" işareti yaparak:

- Sen çok oluyorsun artık, dedim. Bilirsin ki, böyle lakırdılardan hoşlanmam.

O, ihtiyaten, Kâmran'm arkasına geçerek bana göz kırptı:

- Yalnızken böyle konuşmuyorsun ama, dedi.

- Yalancı, iftiracı...

Bu sefer, Kâmran, işi parmağına dolamıştı: j- Bunu bana da söyleyebilirsin, Müjgân, diyordu. Ben yabancı değilim ki...

Hiddetle ayağımı yere vurdum:

- Anlaşıldı. Sizinle kavga etmeden konuşulmayacak. Allahaısmarladık, dedim ve hiddetle denize doğru yürümeye başladım.

*

Yürümeye başladım, fakat bir his bana bu uzaklaşmanın, başlamış lakırdıyı bırakmayacağını haber veriyordu. Bayırın kenarına gittikten sonra hiddetle denize taş atmaya başladım. Ara sıra yere eğilir gibi yaparak arkaya bakıyordum. Gördüğüm şeyler, hiç emniyet verecek gibi değildi. Müjgân, beni mahvetmek üzereydi ve bunun önüne geçmek için benim elimde çare yoktu.

Evvela gülerek konuşuyorlardı. Sonra ikisi de ciddileşti-ler. Müjgân, söyleyeceği şeyleri bulmakta güçlük çekiyor gibi şemsiyesiyle toprağa çizgiler çiziyor, kuzenim bir heykel gibi dimdik duruyodu. Nihayet ikisinin de dönüp bana baktıklarını ve fenası, yanıma doğru yürümeye başladıklarını gördüm.

işin anlaşılmayacak bir yeri kalmamıştı. Kendimi bayırın en dik yerinden olanca hızımla aşağıdaki kumsala kapıp koyuverdim. O gün, o inişte nasıl olup da yuvarlanmadığıma, hem de bir yerimden değil de birkaç yerimden kırılıp dökülmediği-me hâlâ şaşarım.

Mamafih, bu tehlikeli deligözlülük de beni kurtarmıştı. Başımı çevirince onların bayırın başka tarafından yavaş yavaş inmekte olduklarını görmeyeyim mi?

Koşmaya başlayacak olsam, bu nazlı insanların -ata da binseler- beni yakalayamayacakları muhakkak. Ancak şu var ki, benim kaçışım manalı olacak, her şeyi anladığımı, yahut hiç değilse bir şeyden şüphelendiğimi gösterecek.

Onun için, hiçbir zorum, sıkıntım yokmuş gibi, ara sıra denize taşlarımı atmakta devam ederek, hızlı hızlı yürüdüm, ilerideki burnu dönersem selamete çıkmış olacaktım. Fakat aksiliğe bakın ki, bu sabah deniz çekilmiş, kayanın ucunda kupkuru bir geçit açılmıştı.

Planım hazırdı. Kumsalda biraz daha yürüdükten sonra, oradaki bir keçi yolundan tekrar bayıra tırmanmaya başlayacaktım. Burası, keçilerin bile zor çıkacakları bir yol olduğu için onlar beni kovalamaktan vazgeçecekler, izimi kaybetmiş olacaklardı.

Yalnız, buranın öte tarafında, birdenbire karşıma çıkan bir komedi yahut facia, birkaç dakika bana her şeyi unutturdu. Biraz evvel yanımızdan geçen ihtiyar balıkçı, elinde bir kürekle kara bir sokak köpeğini kovalıyordu. Hayvan, bağıra bağıra oradan oraya kaçıyor, ihtiyar, ara sıra yetiştikçe küreği biçarenin, ötesine berisine yapıştırıyordu.

Evvela köpeğin kuduz olması ihtimali aklıma geldi ve du-raladım. Fakat şimdilik balıkçı, ondan daha kudurmuş görünüyor, kendini kaybetmiş bir halde, çarpınıp çırpınıyor ve bağırıyordu.

Birdenbire yanına yaklaşmaya cesaret edemeyerek bağırdım:

- Ne var, ne istiyorsun zavallı hayvandan? ihtiyar, iyiden iyiye solumuştu. Bir an, dayağa fasıla vererek küreğine dayandı. Ağlar gibi bir sesle:

- Ne olacak, ateşte kaynayan katranı devirdi meret, dedi. Lâkin, bunu onun yanına bırakmayacağım.

Hiddetin sebebi anlaşılmıştı. Köpek, balıkçının kumsalda bir çalı ateşi üzerinde kaynamakta olan bir teneke katranını devirmişti. Büyük suç! Fakat, herhalde hayvancığın sandal küreğiyle öldürülmesini icap ettirecek derecede büyük suç değildi.

Köpek bir kaya kovuğunun içine, aklınca emin bir yere saklanmıştı. Biraz sonra kürekli düşmanının, ikinci bir hücumuna uğradığı zaman ne yapacağını, kendi ayağıyla girdiği bu kapandan nasıl kurtulacağını düşünmeden, kesik kesik uluyor-du. Kumsal boyunca dümdüz koşup gitseydi, yahut benim tasarladığım yoldan bayıra tırmansaydı mutlaka kurtulacaktı.

Vaktim olsa, bu zavallı köpeği kurtarmak için bir şey yapardım. Fakat ne çare ki, benim derdim de kendi başımdan aş-rkındı. Ben de onun gibi kovalanıyordum.

Müjgân'la kuzenimin, burnu dönmeleri tekrar aklımı başımdan aldı ve arkama dönmeden yine hızlı adımlarla biraz yürüdükten sonra, bayıra tırmanmaya başladım.

Mamafih, evvelce de düşündüğüm gibi, büsbütün kaçmaya da içim razı olmuyordu, ikide birde duruyor, belli etmeden yavaşça arkama, daha doğrusu aşağıya bakıyordum.

Facia, Müjgân'la Kâmran'ı da alakadar etmiş görünüyordu. Devrilmîş katran tenekesinin başında heyecanla konuşuyorlardı.

Nihayet, kuzenimin cebinden çantasını çıkardığını, balıkçıya paralar verdiğini gödüm. Daha garibi, sevinçle küreğini yere atan balıkçı, bana dönüyor, elleriyle işaretler yapıyordu.

Müjgân'ın yaptığını hatırladıkça, aklım çileden çıkıyor, bütün vücudumu ateş basıyordu. Ara sıra tırnaklarımla avuçlarımı kopararak: "Rezil oldum, alacağın olsun, Müjgân!" diyordum.

O hızla zannederim ki, istanbul'a kadar giderdim. Fakat kapının önünde Aziz Eniştem karşıma çıktı:

- Kız, ne o çehre? Pancar gibi kızarmışsın! Biri mi kovaladı, diye yolumu kesti.

Sinirli bir gülme ile "Ne münasebet!" dedim ve çocuk sesleri gelmekte olan arkaya bahçeye koştum.

Arka bahçede, büyük bir gürgen ağacına asılı, bir kolan salıncağı vardı. Bazı günler komşu çocuklarını toplayarak, burasını bayram meydanlarına çevirirdim. Bugün, küçük arkadaşlarım, benim davetimi beklemeden irili ufaklı bir sürü halinde gelmişler, salıncağın etrafını sarmışlardı.

Ne güzel tesadüf! Eve gelirken odama kaçarak kapıyı kilit-lemeyi düşünmüştüm. Fakat onlar, muhakkak arkamdan gelecekler, zorla kapıyı açtırmak isteyerek, sofada rezalet çıkaracaklardı. Halbuki şimdi, çocukların arasına karışır, işi deliliğe vurarak onların yanıma sokulmalarına mani olabilirdim Arkadaşlarım arasında salıncağa önce binmek yüzünden kavga çık-" mıştı. Ben, hemen aralarına atıldım, kollarımla onları iki tarafa dağıtarak:

- Hepiniz kenara sıralanın, bakayım... dedim. Ben, sizi birer birer kendim sallayacağım.

Salıncağa atladım, küçüklerden birini de karşıma alarak, yavaş yavaş sallamaya başladım.

Çok geçmeden onlar sökün ettiler ve çocukların arkasında durdular.

Müjgân, hızlı hızlı soluyor, ara sıra eliyle göğsünü bastırı-yodu. Kuzenim, onu fazlaca koşturmuş olacaktı.

içimden: "Daha beter ol!" dedim ve salıncağı hızlandırdım.

Kenarda nöbet bekleyen çocuklar titizlenmeye, "Çok oldu ama, bizi de, bizi de!" diye bağrışmaya başlıyorlardı. Fakat ben, kulak asmıyor, basımdaki gürgenin sık yapraklarını hışırdatarak, gittikçe artan bir hızla havalanıyordum.

Bu hal, çocukları büsbütün hırslandırmıştı. Sabırsızlıklarından, çizdiğim sınırı aşarak, kendilerini salınacağın önüne atıyorlar, Müjgân'la Kâmran, onları kollarından çekerek yüzlerini, gözlerini çarpıp dağıtmalarına mani oluyorlardı. Daha fenası, benimle beraber sallanan küçük de kesilmişti. Dizlerimin arasında çığlık çığlığa haykıran bu yumurcağın ipleri bırakmasından, yere düşüp ölmesinden korkmaya başlamıştım.